Sevgili Mali yazı isteyince, arşivin tozlu raflarında şöyle bir dolaştım. Bu Final Four, yeni bir on yılın ilk adımı olduğuna, ileride “2010’lu yılların ilk büyük buluşması” olarak hatırlanacağına göre, “2000’li yıllar nasıl geçmiş, kim, ne yapmış bir bakayım” dedim.
Yarı finalin ilk ayağında, kaderin bir cilvesi, 2000’li yıllarda Avrupa basketboluna damgasını vurmuş dört takımdan ikisi karşı karşıya gelecek: Regal Barcelona-CSKA Moskova. İstatistiklere göre, bu iki devi geride bırakabilecek kadar başarılı iki takım var sadece; Panathinaikos ve Maccabi. 2000’li yıllarda 5 kez Final Four görüp, 4 şampiyonluk kupası kaldıran Panathinaikos ile 6 kez Final Four’a katılma başarısı gösteren ve 2 şampiyonluk onuru yaşayan Maccabi, Paris’te yok. İkisinin de yoluna mayın döşeyen direnişçi aynı aslında: Partizan.
Bu sezon oynadığı akıcı basketbolla taraflı-tarafsız bütün kalpleri kazanan, ezeli rakibi Real Madrid’i her defasında karşısına çıktığına çıkacağına pişman eden “istikrarlı” Barcelona, 2000’li yıllarda 4 kez Final Four’a tırmanmış ve bunlardan sadece birinde (2003’te kendi evinde) kupayı kucaklayabilmiş.
CSKA Moskova ise hem Final Four sayısında, hem de şampiyonluklarda rakibinin birer adım önünde. Rusya’nın köklü temsilcisi, son 10 senenin 6’sında Final Four oynamış ve 2 şampiyonluk görmüş (2006 ve 2008)
Yarı finalin diğer ayağında, uzun süredir büyük sahneye hasret kalan, hele 2000’leri neredeyse tamamen “boş geçiren” iki ekibi izleyeceğiz. 90’lı yıllarda Yunan basketbolunda çok daha dengeli bir rekabetin baş aktörlerinden biri olan ve 1997’de David Rivers’lı unutulmaz kadrosuyla ilk ve tek Avrupa Şampiyonluğunu kazanan Olympiakos, 2000’lerde sadece bir kez Final Four görebildi; o da geçen sene… Genelde transfer şampiyonluklarıyla anılan ama Mayıs ayı geldiğinde ortadan kaybolan “Kızıllar” bu defa bu tabloyu ters çevirmek için sahaya çıkacak. Karşılarında sezonun, hatta belki de son on yılın en sürpriz takımı var: Partizan. 1992’de İstanbul’da Djordjeviç, Daniloviç ve Rebraca’lı kadrosuyla devlere diz çöktürüp şampiyon olan… O mucizeyi yarattıktan ve 1998’de son kez Final Four oynadıktan sonra basketbol aleminin zirvesine dönmek için uzun yıllar bekleyen… Bu arada Tomaseviç, Drobnjak, Koturoviç, Beriç, Lukovski gibi gelecekte uluslar arası alanda tanınacak isimleri piyasaya süren Belgrad’ın basketbol okulu.
O okuldan mezun olan Obradoviç’ler, Djordjeviç’ler, Daniloviç’ler, Divaç’lar gittikleri yerlerde büyük başarılara imza atarak, belki de sayamayacakları kadar çok paranın sahibi oldular ama bir tek adam, savaş nedeniyle kötüleşen koşullara rağmen ocaktan ayrılmadı: Dusko Vujoseviç. 1988’de Partizan tarihindeki ilk Final Four’u oynarken de siyah-beyazlı takımın başındaydı, bugün de orada. Son olarak yetiştirip parlattığı Luka Bogdanoviç, Milenko Tepiç, Uros Tripkoviç, Novica Velickoviç’i de yüksek bütçeli Avrupa takımlarına kaptırmış olmasına rağmen, tıpkı mitolojideki Sisyphos gibi yine inanılmaz bir emekle, başkalarının burun kıvırdığı “vasat” oyunculardan (mesela Türk basketbolseverlerin çok iyi tanıdığı Rasiç ve Kecman, geçen yıl Mersin’in tutamadığı McCalebb) yenilmesi çok güç bir takım yarattı. Bu heyecan verici takım, ben dahil tüm tahmincileri yanıltarak önce Panathinakos’u, sonra Maccabi’yi uçuruma itti. Aynı şeyi neden bir daha yapamasınlar?
Paranın genelde son sözü söylediği, kazananın her şeyi aldığı şu kavanoz dipli dünyanın gidişine ara sıra diklenen adamları çok seviyorum ben… Onun içindir ki, 21. Yüzyılın Sisyphos’u Vujoseviç’in, Partizan’ınını 9 Mayıs akşamı şampiyon görmek istiyorum. Biliyorum, çok romantik bir dilek bu. Futbolda romantizme bir ölçüde yer var da, basketbolda olasılıklar çok düşük.
Olsun, Mali “Bana bir yazı yazar mısın abi?” dedi, ben de bir dilek tuttum işte...
Yiğiter ULUĞ
Yoğun programında zaman ayırıp mutlu ettin bizi, bir kez daha ellerine sağlık Yiğiter Abi..
Yarı finalin ilk ayağında, kaderin bir cilvesi, 2000’li yıllarda Avrupa basketboluna damgasını vurmuş dört takımdan ikisi karşı karşıya gelecek: Regal Barcelona-CSKA Moskova. İstatistiklere göre, bu iki devi geride bırakabilecek kadar başarılı iki takım var sadece; Panathinaikos ve Maccabi. 2000’li yıllarda 5 kez Final Four görüp, 4 şampiyonluk kupası kaldıran Panathinaikos ile 6 kez Final Four’a katılma başarısı gösteren ve 2 şampiyonluk onuru yaşayan Maccabi, Paris’te yok. İkisinin de yoluna mayın döşeyen direnişçi aynı aslında: Partizan.
Bu sezon oynadığı akıcı basketbolla taraflı-tarafsız bütün kalpleri kazanan, ezeli rakibi Real Madrid’i her defasında karşısına çıktığına çıkacağına pişman eden “istikrarlı” Barcelona, 2000’li yıllarda 4 kez Final Four’a tırmanmış ve bunlardan sadece birinde (2003’te kendi evinde) kupayı kucaklayabilmiş.
CSKA Moskova ise hem Final Four sayısında, hem de şampiyonluklarda rakibinin birer adım önünde. Rusya’nın köklü temsilcisi, son 10 senenin 6’sında Final Four oynamış ve 2 şampiyonluk görmüş (2006 ve 2008)
Yarı finalin diğer ayağında, uzun süredir büyük sahneye hasret kalan, hele 2000’leri neredeyse tamamen “boş geçiren” iki ekibi izleyeceğiz. 90’lı yıllarda Yunan basketbolunda çok daha dengeli bir rekabetin baş aktörlerinden biri olan ve 1997’de David Rivers’lı unutulmaz kadrosuyla ilk ve tek Avrupa Şampiyonluğunu kazanan Olympiakos, 2000’lerde sadece bir kez Final Four görebildi; o da geçen sene… Genelde transfer şampiyonluklarıyla anılan ama Mayıs ayı geldiğinde ortadan kaybolan “Kızıllar” bu defa bu tabloyu ters çevirmek için sahaya çıkacak. Karşılarında sezonun, hatta belki de son on yılın en sürpriz takımı var: Partizan. 1992’de İstanbul’da Djordjeviç, Daniloviç ve Rebraca’lı kadrosuyla devlere diz çöktürüp şampiyon olan… O mucizeyi yarattıktan ve 1998’de son kez Final Four oynadıktan sonra basketbol aleminin zirvesine dönmek için uzun yıllar bekleyen… Bu arada Tomaseviç, Drobnjak, Koturoviç, Beriç, Lukovski gibi gelecekte uluslar arası alanda tanınacak isimleri piyasaya süren Belgrad’ın basketbol okulu.
O okuldan mezun olan Obradoviç’ler, Djordjeviç’ler, Daniloviç’ler, Divaç’lar gittikleri yerlerde büyük başarılara imza atarak, belki de sayamayacakları kadar çok paranın sahibi oldular ama bir tek adam, savaş nedeniyle kötüleşen koşullara rağmen ocaktan ayrılmadı: Dusko Vujoseviç. 1988’de Partizan tarihindeki ilk Final Four’u oynarken de siyah-beyazlı takımın başındaydı, bugün de orada. Son olarak yetiştirip parlattığı Luka Bogdanoviç, Milenko Tepiç, Uros Tripkoviç, Novica Velickoviç’i de yüksek bütçeli Avrupa takımlarına kaptırmış olmasına rağmen, tıpkı mitolojideki Sisyphos gibi yine inanılmaz bir emekle, başkalarının burun kıvırdığı “vasat” oyunculardan (mesela Türk basketbolseverlerin çok iyi tanıdığı Rasiç ve Kecman, geçen yıl Mersin’in tutamadığı McCalebb) yenilmesi çok güç bir takım yarattı. Bu heyecan verici takım, ben dahil tüm tahmincileri yanıltarak önce Panathinakos’u, sonra Maccabi’yi uçuruma itti. Aynı şeyi neden bir daha yapamasınlar?
Paranın genelde son sözü söylediği, kazananın her şeyi aldığı şu kavanoz dipli dünyanın gidişine ara sıra diklenen adamları çok seviyorum ben… Onun içindir ki, 21. Yüzyılın Sisyphos’u Vujoseviç’in, Partizan’ınını 9 Mayıs akşamı şampiyon görmek istiyorum. Biliyorum, çok romantik bir dilek bu. Futbolda romantizme bir ölçüde yer var da, basketbolda olasılıklar çok düşük.
Olsun, Mali “Bana bir yazı yazar mısın abi?” dedi, ben de bir dilek tuttum işte...
Yiğiter ULUĞ
Yoğun programında zaman ayırıp mutlu ettin bizi, bir kez daha ellerine sağlık Yiğiter Abi..
5 yorum:
Yine güzel bir yazı olmuş Yiğiter Uluğ ellerine sağlık, yazının bize ulaşmasına vesile olan malianoya da teşekkürler. Bu arada sağ taraftaki "kısa kısa haberler" köşesi de gayet hoş duruyor, ilk defa gözüme çarptı.
'' Yola mayın döşeyen direnişçi '' lafı olmamış sanki Yiğiter Abi ...
Barca ve Maccabinin "Jasikevicius sağolsun" dediklerini duyar gibiyim. Ya da serbest çağrışım oldu. Fakat son 10 yılın en başarılısı benim gözümde Pana dır. Bolca telafüz edilen "iç"li isimleri bir arada tutabilme şansları olsa belki de şuan tek konuştuğumuz Partizan olurdu. Bacasız fabrika metaforu çok uygun ve şık kaçmaz belki ama her gidene rağmen ulaşılan bu başarıyı takdir etmemiz için Partizan tarafını tutmamıza gerek yok. Taraflı, tarafsız derle ya o kıvamdalar bence artık. Bu yüzden yazın bitişine istinaden bir dilekte ben tutmak istedim...
Sanırım hepimizin gönlünden geçeni yazmış Yiğiter abi. Ufak da olsa benim de bir umudum var bakalım. Ellerine sağlık Yiğiter abi, özlettin kendini.
Özledik be abi, nerede olursa olsun yazılarını okumak keyifli.. Mali'ye kocaman bir teşekkür borcumuz var bu zevki bize haftalar sonra tattırdığı için.. Çağlar'a katılmamak elde değil.. Özledik be abi çok özledik..
saLsa
Yorum Gönder