13 Eylül 2011 Salı
Kendi Dünyasında Hep İkinci Kalanların Hikayesi
1 Mart 2011 Salı
Yılmaz Özdil Olsam Wisniewski'ye El Sallasam
*
Ah keşke o fırsat bize verilse... Şöyle temiz temiz 90'lara dönerdik.
23 Ocak 2011 Pazar
Messina'dan Top 16 Değerlendirmesi
29 Ekim 2010 Cuma
Efes Pilsen: 79 - Valencia: 63 (İsteyince Oluyormuş)
17 Ağustos 2010 Salı
Mesele Madalya Değil Yürek Meselesi

Bugün işte boş vaktimde Slovenya - İspanya maçını izleme şansı buldum. 2 gün önce İspanya'da rakibinden 20 sayı fark yiyen Slovenya, yeni salonunun açılış maçında İspanyolları elinden kaçırdı ve uzatmada 72-79 mağlup oldu. Almanya - Türkiye maçından 1 gün sonra bu maçı izleyince milli takımımızın bambaşka bir dünyada basketbol oynadığını da rahatlıkla gördüm. Dün Semih Erden sırtı dönük karşı sahaya top getirirken dünya basketboluna kazandırdığımız ilginçliklerle beraber maçı izlemeyi bırakmıştım. Bıraktığım yerden bu güzel mücadeleye devam etmek gerçekten iyi geldi. Slovenya Lorbek ve Smodis'in yokluğunda pota altındaki zayıflığını bilerek o bölgeyi müthiş kapattı. Top havuza düştüğünde ribaundu alsalar dahi alkışlanacak Lakovic - Dragic - Becirovic üçlüsünden Dragic'i bir ara Reyes'i bloklarken gördüm. Bütün kısalar yardıma geldiler ve takım savunmasıyla İspanya'nın o bölgede Marc Gasol - Reyes - Vazquez üçlüsü ile kurmaya çalıştığı üstünlüğü paramparça ettiler. Scariolo da her ne kadar uzunları istikrarsız olsa da öldürücü kısalara sahip Slovenya'ya karşı savunma ağırlıklı bir beşle sahaya çıkıp öncelikle onları durdurmayı planlamıştı. Maçın belli bölümlerinde Calderon, Suarez , Garbajosa gibi hücum yönü ağırlıklı oyuncular sahada olduğunda İspanya bir ara 9 sayı geriye düştü ama maçı tamamladığı savunma ağırlıklı beşiyle maçı kazanmasını bildi. Maçın sonunda arka arkaya kazanılan iki topla gelen fast breakler zaten bu galibiyetin mimarıydı. Ama bu maçı İspanya'nın kazandığını söylemek Slovenya performansına haksızlık olur. Mükemmel mücadele ettiler, mükemmel oynadılar. Sanki evlerinde dünya şampiyonası düzenleyip finale çıkmış gibiydiler. Ama maçın sonlarına doğru bireysel hücumlara dönmeleri ve bütün maç devam ettirdikleri pas trafiğini azaltmaları kaçırdıkları serbest atışlarla beraber onların eforunu boşa çıkardı. Slokar ve Nachbar'ın düşük performansına, Vidmar'ın kötü serbest atışlarını eklersek faturanın bir kısmını havale etmiş olurum sanırım. Son üç dakikada topa atlayan Rubio ve Vidmar vardı sahada. Hem de sakatlanma pahasına. Aynı, maç sonunda üç gün önce rakibine 20 sayı fark atan İspanya'da Mumbru'nun yumruğunu havaya kaldırıp sevindiğinde duyduğu heyecanı gösterir şekilde.
İşte tam o anlarda biraz daha yukarılarda Almanya'nın yeni genç projesi Türkiye ile antrenman maçı yapıyordu. Nowitzki'nin gelmeyişini "Sağlık olsun" diyerek geçen ve genç potansiyelleriyle devam eden Almanlar karşısında milli takımımızın moral galibiyeti alacağını düşünmüştük. Hatta ben maç öncesi bu takıma çift haneden az fark atarsak bunun bile başarısızlık olacağını düşünmüştüm. Maç sonunda ise çift hanelerle mağlup olan bir milli takım vardı sahada. Maç içindeki tercihler, oyuncuların oynadıkları pozisyonlar benim için arka planda. Öncelikle yaşadığım hayalkırıklığını ifade etmek istiyorum.
Her turnuva öncesi asan, kesen, daha hazırlık kampı başlamadan ilk 3'e giren ve giderek devleşen(!) bir basketbol anlayışımız var. Türkiye liginde bile performansı ortalama olan Semih Erden'i "NBA Yıldızı", 5-6 yıldır yeteneklerini bir adım ileriye götüremeyen Cenk Akyol'u "Genç Yıldız", Hidayet Türkoğlu'nu "Hido" diye okuyan basketbol anlayışımızla aynı paralelde. 6 yıldır kendisine gösterilen sabıra rağmen yetenekli bir jenerasyonun üzerine inadıyla harç döken Tanjevic ve eleştirilere zerre kadar açık olmayan Turgay Demirel de bu piramidin en önemli taşları.
Aslında milli takımdaki kadro tercihleri konusunda pek fazla yorum yapmamayı tercih ediyordum ama son yaşananlardan sonra susmak hem ülke basketboluna, hem de kendime ihanet olurdu. Benim yaşımdan daha uzun bir süre koçluk kariyeri olan Tanjevic'i teknik konularda eleştirerek hiçbir zaman komik duruma düşmek istemedim. (Eleştirenlere kesinlikle komik demiyorum, sadece bu konulardaki bilgimin azlığından kendim için kullanıyorum bu ifadeyi) Ama bütün bir seneyi cezalı olarak geçiren Kerem Gönlüm, son dönemde takımla bile antrenmana çıkamayan Ömer Aşık, 6 yıldır basketbol adına yaptıkları sözleşmeli bir öğretmenin veya emekli bir memurun basketbol adına yaptıklarından fazla olmayan Cenk Akyol bu kadar süre bulurken sezonun en flaş ismi Evren Büker'in forma bulamaması utanç verici bir durumdur. Üstelik de Engin Atsür sakatlanmış, Ender ve Kerem Tunçeri takıma pozitif anlamda hiçbir şekilde liderlik edemiyorken. Açıkçası ne Cenk'e ne de bir başkasına kızamıyorum. Ben de Cenk'in yerinde olsam bütün sene kafama göre takılır, normal antrenmanlarımı yapardım. Ne durumda olursa olsun milli takıma seçileceğini bilen bir oyuncudan, üstelik de Cenk Akyol kafasındayken özel bir şeyler yapmasını beklemek hayalcilik olur.
Dün takvim yaprakları 15 Ağustos'u gösteriyordu. Yani evimizde yapılacak şampiyonaya 13 gün kaldığını ifade ediyor bu tarih. Aynı zamanda rakipler artık son eksiklerini giderirken Tanjevic'in şampiyonada karşısına çıkabilecek rakipler karşısında deneme yanılma yaparak 5 uzunla takımını sahaya sürdüğü tarihti bu. Ne yaptığını veya başka bir deyişle "ne yaptırıldığını" bilmez milli takımımızı izlerken utandık. Takım içinde Ömer Onan, Sinan Güler gibi direnen, birşeyler yapma uğraşında olan oyuncuların haricinde birçok oyuncumuz "Biz neden burdayız, iki şut çekelim de gidelim" havasındaydı. Asla skor yazarlığı yapmadım, bundan sonra da yapmayı düşünmüyorum. İşte bu yüzden alınan sonuçlar benim umurumda değil. Bu mantaliteyle Almanya'yı yenmiş olsaydık da aynı satırları karalayacaktım.
Kesinlikle ne olduğumuzu, hangi seviyede olduğumuzu bilmiyoruz. Millet olarak sürekli pohpohlanmayı seven, gazla çalışan bir yapımız var. Takımımız şu haldeyken bile 12 dev adam müziğini verdiğimiz anda şampiyonluğa inanacak milyonlarca insan var. İşte bu yüzden Avrupa olduğumuzu, hatta Avrupa'nın bile hangi noktasında olduğumuzu unutup ABD gibi basketbol oynamaya çalışıyoruz. Turnuva öncesi biri Cenk Akyol'un kulağına "Baba sen Atlanta'nın oyuncususun. Sağdan soldan bir iki vur, kaldır at. Senden iyi bunu yapacak adam mı var takımda." diye fısıldadıysa sanırım bunun neye malolacağını hesaplamadı. Veya Kerem Gönlüm'e "Dostum bayadır oynamıyorsun, uzak mesafe falan tanıma şut çalış maç içinde." diyen insanla yakın bir dost olmalı. Mütevazi Slovenya bile 20 saniye top çevirip Vidmar'ı İspanya pota altında kullanmaya çalışırken, Avrupa ve Dünya şampiyonu İspanya'da Rubio Reyes'i pozisyon almadığı için fırçalarken biz ikinci pasta potaya kaldırıp üçlük atıyoruz. Çünkü pota altı göçmüş bir Litvanya karşısında pota altını zorlayacak temel bir maç planımız yok. Veya Türk yüreğiyle dışardan şut bulabilen uzunu Ömer Aşık'a emanet edebiliyoruz. Kenarda Evren Büker adalete olan inancını yitirmek üzereyken Cenk Akyol'un çakma Dwyane Wade hareketlerine tahammül edebiliyoruz. Bir nesil Nowitzki'nin nasıl milli takımını sahiplendiğini izleyerek büyürken yeni nesil Hidayet'in milli coşkulu reklamlarından sonra maç içinde nasıl Sprite reklamı çektiğini izliyor. Ve bir çok örnek daha.
İşte bu yüzden hazırlık maçlarındaki skorlar benim umurumda değil. Barcelona'da yedeklikten baygınlık geçiren Lakovic'le, sakatlıktan perte çıkmak üzere olan Becirovic'le, sırf Olimpija'dan kurtulmak için Siena benchinde çürümeye razı olan Slokar'la, Efes Pilsen'de Ergin Ataman'ın psikolojik ve taktiksel işkencesine maruz kalan Nachbar'la, Fenerbahçe Ülker'de taşlanarak infaz edilmesi tahkimden dönen Vidmar'la ve diğer orta seviye oyuncularıyla İspanya'ya kafa tutup aslanlar gibi milli formasını ıslatan Slovenya'yı gördükçe, TBL'e gelse basın tarafından ikinci gün "İlk 2'ye giremez" etiketi yapıştırılacak yeni Rusya'nın savaşını, Çin'in isteğini ve herşeye rağmen mücadelesini gördükçe bu skorlar umurumda bile olmuyor. İnanın madalya falan da umurumda değil. Çıkıp binlerce vatandaşınızın önünde aslanlar gibi mücadele edip yenilseniz de biz sizi ayakta avucumuz patlayıncaya kadar alkışlarız. Ama bu vurdumduymaz tavrınız bizi kahrediyor. Küçümsediğiniz, küçümsediğimiz Vidmar gibi yerden yere atlayın, siz yenilseniz de biz sizi "12 Dev Adam" diye çağırırız. Ama şu anda hiçbiriniz dev falan değilsiniz. 2001 Hidayet'i devdi, 2010 Hidayet'i henüz değil.
Bu söylediklerim hazırlık maçlarının ardından saldırıya geçen skor saldırganlarının tavrı gibi algılanmasın lütfen. Bu bir basketbolseverin, bütün bir sene izin hakkı olmamasına rağmen ilk tatilini 850 kilometre öteden gelip basketbol coşkusu yaşamak için kullanacak bir basketbolseverin haykırışıdır. Bazıları kendinde olmasa da lütfen siz kendinize gelin 12 Uzun Adam. Milyonlar size inanmışken bu kadar salıvermeye hakkınız yok. Çünkü Tanjevic 1 ay sonra Roma'da bir cafede oturup purosunu yakarken A Milli Takımla ilgili özeleştiri yapmayıp Boniciolli ile yeni sezonun planını yapacak. Kimse ona kaybolan 6-7 yılın hesabını soramayacak. O bir sonraki şampiyonada yine protokol tribününde otururken bu milletin bir daha kendi takımını evinde izleme şansı belki de 40-50 yıl olmayacak. Biz sizden madalya istemiyoruz, savaşın, sahada ne yapmaya çalıştığınızı görelim yeter, gerisini biz halledeceğiz.
27 Temmuz 2010 Salı
O Artık Başkalarının McCalebb'i

Yaz sezonu için genel kanı McCalebb’in tempolu basketbol oynayan Gershon’un Maccabi Tel Aviv’i, Ivanovic’in Caja Laboral’i gibi bir takıma gideceğiydi. Ama o nispeten daha dengeli olan Pianigiani’nin Siena’sına transfer oldu. Yıllardır Siena’nın lideri olan McIntrye’ın yerinde, yeniden yapılandırma sonrası artık o oynayacak. Pianigiani’nin McCalebb hamlesi önemli ancak bunu “yerinde” veya “başarılı” olarak değerlendirebilmek için henüz çok erken. Bunun sebebi de Partizan sisteminde 10 kaplan gücünde oynayan oyuncuların başka takımlara gittiklerinde birçok sıkıntı yaşamaları. Avrupa’da birçok takım “oyuncuya göre sistem” den ziyade “sisteme göre oyuncu” politikası benimsiyor. Bunu en güzel uygulayan iki takım da Partizan ve Siena. Yoksa hiçbir basketbol üstadı bana Slavko Vranes’in nasıl bu seviyede katkı verdiğini veya Siena’nın bir Eurolig maçında 20+ top çalma rakamına nasıl ulaştığını izah edemez. Bu açıdan Pianigiani’nin hesaplı ve planlı transfer politikasında McCalebb’in bu imzası onun için ilk adımda avantaj sayılabilir.
Pianigiani ve Dule’nin ayrıldığı en büyük nokta boyalı bölge politikaları. Vujosevic dominant ve güçlü bir 5 numaranın yanına atletik ve ayakları hızlı 4 numarayı tercih ederken, Pianigiani için uzunların paylaşmalı oyunu ve katkısı arka planda. Partizan’da 5 numara kilit adam iken, Siena’da uzun bir süredir aynı pozisyon görev adamı konumunda. Takıma bu yaz katılan Rakovic’i hem bir çok kez arşivdeki maçlardan, hem de Türk Telekom maçında Ankara’da canlı izleme şansım oldu. Klasik Pianigiani uzunundan farklı bir profilde gözükse de aslında pota altında ekmeğini savaşarak taştan çıkarabilen, oldukça güçlü ve boyalı bölgede sayı bulmada etkili bir uzun. (Yeri gelmişken bir dönem Murat Özyer’in Türk Telekom transfer listesinde olduğunu da ekleyelim.) Bu da Stonerook, Ress ve Marconato (basketbol için artık yaşayan bir ölü) gibi sırtı dönük etkisiz uzunların varlığında McCalebb’in Partizan’daki pasör kimliğini ortadan kaldırıyor. Takım savunması ve bireysel savunma konusunda Pianigiani’nin sistemine cuk oturan McCalebb , McIntrye’in kilit çözen skorer yapısından ise biraz uzakta. Dış şut istikrarları ise İtalya ve Tokyo kadar birbirinden uzak. Bu da Siena'nın yakın zamanda skorer bir guard alacağının işareti olabilir.
Avrupa’da parlayan yeni yıldız Bo McCalebb’in bu parıltılı ışıktaki en büyük soru işareti ise Real Madrid’in Velickovic’te, Panathinaikos’un Tepic’te veya Efes Pilsen’in Rakocevic’te yaşadığı rol problemiyle alakalı. McCalebb ne yeni McIntrye olabilir ne de Partizan’daki Bo McCalebb olabilir. Çünkü o artık Pianigiani’nin ve Siena sisteminin McCalebb’i. Değişecek kimliğinde beklentim savunma ve asist rakamlarının yükselmesi, sayı ortalamasının düşmesi yönünde. Özellikle de top çalma rakamı ciddi bir yüzdeyle artış gösterebilir.
Makedon vatandaşlığına geçmesinden bir gün sonra Siena ile söylenenlere göre yıllık 1,5 milyon dolara imza atması da bu işin aslında erkenden bittiğini, McCalebb’teki sessizliğin vatandaşlık işlemlerinden kaynaklandığını gösteriyor. Siena Partizan kadar mazlum olmasa da oyuncuların değerini arttıran, piyasalarını yukarıya çeken bir değer. McCalebb’in bu değirmende Zisis mi olacağı yoksa McIntrye’ın boşluğunu doldurarak yepyeni bir Siena efsanesi mi olacağı şu an için en büyük merakım.
15 Haziran 2010 Salı
Fransa'ya 'Kral' Olan Türk (Banu K. Yelkovan'dan Erman Kunter Yazısı)

Fransa'ya 'Kral' olan Türk
Kunter, Fransız spor basınına göre ‘Derebeyi’ havasındaki Cholet’yi ‘Kral’ yaptı.
Erman Kunter’le Paris Roissy havaalanının aktarma salonunda tanışmıştım, sene 1999. Fransa’da düzenlenen Avrupa Şampiyonası’na katılmak için Türkiye’den gelmiş, Nice uçağını bekliyorlardı milli takımcak. Ben de onlara mihmandarlık yapmak üzere Paris’ten kafileye katıldım. Kısa bir tanışma sonrası Nice uçağı, sonra otobüsle Antibes. Grupta Türkiye dışında İtalya, Hırvatistan ve Bosna-Hersek var. Fransızların coğrafi komşuları İtalya’ya özel bir ilgisi var. Türkiye’yle ilgilenmekle yükümlü lokal görevliler bile o zamanlar Bogdan Tanjeviç’in çalıştırdığı İtalya’yı tutuyor. İkinci favori Toni Kukoç’lu Hırvatistan. Kukoç Antibes’in sıcağını hiç hissetmiyor, kızlar etrafında pervane. Bosna-Hersek savaştan yeni çıkmış olduğu için sempatik. Bizim kredi sıfır.
Halka ilişkiler gurusu gibi
Sonra yavaş yavaş Erman Kunter etkisi giriyor devreye. Sadece sahada alınan başarılı sonuçlardan bahsetmiyorum. O ekip işi. Saha dışındaki Erman Kunter halkla ilişkiler gurusu gibi. Antreman ya da maçları yoksa ortalarda görünmeyen, hatta rivayetlere göre ilk fırsatta çok da uzak olmayan Monte Carlo’ya kaçan bir sürü süperstarın aksine genellikle boş zamanlarında otelin lobisinde takılıyor. İnsanlarla konuşuyor, şakalaşıyor. Basın toplantılarında kim ne soru sorarsa aynı dilden cevap veriyor, Türkçe’yse Türkçe, İngilizce’yse İngilizce, Fransızca’ysa Fransızca. Hani bir odaya girdiğinde kim olduğunu bilmeseniz bile, birisi olduğunu anladığınız insanlar vardır ya, Kunter onlardan. Bir süre sonra insanlar bana ‘koçu’ sormaya başlıyorlar. Kimdir, nedir? Bizim koç Antibes’in sevgilisi oluyor. Takımımız da iyi gidiyor doğrusu. Hırvatistan’ı yenerek büyük sürpriz yapıyoruz. İtalya’yı kılpayı kaçırıyoruz. Artık herkes Türkiye’yi tutuyor.
Gruplardan çıkması sürpriz denen bir takımken, önce Le Mans’daki eleme gruplarına, sonra Paris’teki son sekiz takım arasına kalıyoruz. En stresli maça giderken de rahat Erman Kunter, kaybettiğimiz maçtan sonra da esprili, basın toplantılarında. Arada sinirleniyorsa da hiç belli etmiyor. Canı gerçekten sıkıldığında kaşlarını havaya kaldırıp, omuzlarını silkeleyip, eliyle boşver yapıyor. Peş peşe sakatlıklar, oyuncu kaprisleri, son saniyede potadan dönen topla kaçan yarı final... Tarih o turnuvada 8. olduğumuzu yazıyor. Benim gibi içinde olanlar, bir saniyeyle yarı finalin, kim bilir, belki de finalin kaçtığını hala hatırlıyorlar.
Milli Takım neden olmadı?
Erman Kunter’le Galatasaray’ı çalıştırdığı dönemde karşılaşıyoruz bir-iki kere. Sanki kaşlar daha sık havaya kalkıyor, el daha çok boşver yapıyor ama gerisi aynı. Sonra bir kere de bu kış, komşum Bener’in daha önce aktardığı bir şekilde bir ocakbaşında... Cholet’yi anlattırıyoruz uzun uzun: “55 bin kişilik bir şehir. Çok rahatım. İşime karışan yok. Salon sürekli dolu. Ama bana bile her maçta sadece iki bilet veriyorlar. Karım, kızım, bir de arkadaşım gelse, üçüncüye bileti gişeden almak zorundayım.” diyor gülerek. Milli Takım işinin neden olmadığını anlatıyor. Olur böyle şeyler modu hâlâ etkin.
Fransızların deyişiyle Erman ‘Künter’ önceki gün Cholet’yle büyük bir başarıya imza attı. Ligin küçük sayılabilecek bütçelerinden biriyle, genç oyuncuları takıma monte ederek, bundan sekiz ay önce bir kulübü bile olmayan Mickael Gelabale’i final serisinin MVP’si yaparak, Cholet’yi tarihinin ilk şampiyonluğuna taşıdı. “Cholet uzun süredir vassaldı, artık Fransa Kralı oldu” cümlesiyle bitirmiş ‘Erman Künter’in zaferi’ temalı şampiyonluk yazısını L’Equipe. Gurur duydum.
Ergin Ataman, Oktay Mahmuti, Tolga Öngören, Murat Didin, Erman Kunter... Gittikleri ülkelerde başarılı olan, kupa kazanan, şampiyon olan, hatta Avrupa şampiyonlukları yaşayan Türk koçlar. Basketbolda başardığımızı futbolda neden başaramıyoruz acaba?
BANU K. YELKOVAN / Radikal
7 Haziran 2010 Pazartesi
Kazanan Panathinaikos Kaybeden Yunanistan
Ezeli rakiplerin taraftarları için önemli olan bir anlayış vardır. "Kendi evinde ezeli rakibine asla şampiyonluk turu attırtma." Bu mantık çerçevesinde hareket etti Yunanlar da. Daha maç başlamadan olaylar çıkmaya başladı. Salondaki arbedeler ve sahaya atılan patlayıcı maddeler yüzünden 40 dakikadan fazla bekleme oldu salonda. Ardından maç başladı ve daha üçüncü periyod bitmemişken Panathinaikos benchine atılan patlayıcı madde tekrar bütün ekibi soyunma odasına kaçırdı. Salonun boşaltılmasına karar verilse de bir grup taraftar salonda tecrit bölgesine yerleştirilerek maça devam edildi. 1 dakika kala Olympiakos geri dönülemez bir farkla geriye düşünce de "Benim evimde şampiyon olamazsınız!" isyanı başladı. Az kalsın tecrit bölgesinden Panathinaikos oyuncularının kafasına meşale isabet ettiriyorlardı. Onu başaramadılar ama maçın sonucunun soyunma odasında kararlaştırılmasını başardılar. Panathinaikos galip ilan edilince zor geçen sezonu yine en büyük ödülle bitirmiş oldu.
Şimdi herkes nasıl bir ceza verileceğini ve Olympiakos'un alacağı kararı konuşuyor. Hafta içinde Angelopoulos kardeşler hakem kararları bu şekilde devam ederse ligden çekileceklerini söylemişlerdi. Panathinaikos cephesi de buna karşılık olarak "Her zamanki Olympiakos numaraları" demişti. Dün de sahada psikolojik savaşı iyi yürüten bir Panathinaikos vardı. Yeri geldi tansiyonu yükselttiler, itişip kakıştılar ve geri adım atmayacaklarını gösterdiler. Skor da lehlerine olunca herşey yolundaydı. Maça dair anlatacak hiç bir şey yok. Borousis olaylar çıkınca mikrofonu eline alıp "Böyle devam ederseniz Panathinaikos galip ilan edilecek. Salonu boşaltın, biz bunun üstesinden geliriz. OAKA'ya da şampiyonluk için gideriz." dedi ama başaramadılar. Taraftar da skoru böyle ilan etti.
Şampiyon Panathinaikos'u da kutlamak gerek. Kötü giden bir sezonu yine zaferle kapattılar. Onlarda da Obradovic'in yıllar sonra takımdan ayrılabileceği yazıyor. Günler ilerledikçe göreceğiz gelişmeleri. Bu sene Avrupa marketi hayli sıcak olacak.
6 Mayıs 2010 Perşembe
Bir Dilek Tuttum (Yiğiter Uluğ'dan Final Four Hikayesi)

Yarı finalin ilk ayağında, kaderin bir cilvesi, 2000’li yıllarda Avrupa basketboluna damgasını vurmuş dört takımdan ikisi karşı karşıya gelecek: Regal Barcelona-CSKA Moskova. İstatistiklere göre, bu iki devi geride bırakabilecek kadar başarılı iki takım var sadece; Panathinaikos ve Maccabi. 2000’li yıllarda 5 kez Final Four görüp, 4 şampiyonluk kupası kaldıran Panathinaikos ile 6 kez Final Four’a katılma başarısı gösteren ve 2 şampiyonluk onuru yaşayan Maccabi, Paris’te yok. İkisinin de yoluna mayın döşeyen direnişçi aynı aslında: Partizan.
Bu sezon oynadığı akıcı basketbolla taraflı-tarafsız bütün kalpleri kazanan, ezeli rakibi Real Madrid’i her defasında karşısına çıktığına çıkacağına pişman eden “istikrarlı” Barcelona, 2000’li yıllarda 4 kez Final Four’a tırmanmış ve bunlardan sadece birinde (2003’te kendi evinde) kupayı kucaklayabilmiş.
CSKA Moskova ise hem Final Four sayısında, hem de şampiyonluklarda rakibinin birer adım önünde. Rusya’nın köklü temsilcisi, son 10 senenin 6’sında Final Four oynamış ve 2 şampiyonluk görmüş (2006 ve 2008)
Yarı finalin diğer ayağında, uzun süredir büyük sahneye hasret kalan, hele 2000’leri neredeyse tamamen “boş geçiren” iki ekibi izleyeceğiz. 90’lı yıllarda Yunan basketbolunda çok daha dengeli bir rekabetin baş aktörlerinden biri olan ve 1997’de David Rivers’lı unutulmaz kadrosuyla ilk ve tek Avrupa Şampiyonluğunu kazanan Olympiakos, 2000’lerde sadece bir kez Final Four görebildi; o da geçen sene… Genelde transfer şampiyonluklarıyla anılan ama Mayıs ayı geldiğinde ortadan kaybolan “Kızıllar” bu defa bu tabloyu ters çevirmek için sahaya çıkacak. Karşılarında sezonun, hatta belki de son on yılın en sürpriz takımı var: Partizan. 1992’de İstanbul’da Djordjeviç, Daniloviç ve Rebraca’lı kadrosuyla devlere diz çöktürüp şampiyon olan… O mucizeyi yarattıktan ve 1998’de son kez Final Four oynadıktan sonra basketbol aleminin zirvesine dönmek için uzun yıllar bekleyen… Bu arada Tomaseviç, Drobnjak, Koturoviç, Beriç, Lukovski gibi gelecekte uluslar arası alanda tanınacak isimleri piyasaya süren Belgrad’ın basketbol okulu.
O okuldan mezun olan Obradoviç’ler, Djordjeviç’ler, Daniloviç’ler, Divaç’lar gittikleri yerlerde büyük başarılara imza atarak, belki de sayamayacakları kadar çok paranın sahibi oldular ama bir tek adam, savaş nedeniyle kötüleşen koşullara rağmen ocaktan ayrılmadı: Dusko Vujoseviç. 1988’de Partizan tarihindeki ilk Final Four’u oynarken de siyah-beyazlı takımın başındaydı, bugün de orada. Son olarak yetiştirip parlattığı Luka Bogdanoviç, Milenko Tepiç, Uros Tripkoviç, Novica Velickoviç’i de yüksek bütçeli Avrupa takımlarına kaptırmış olmasına rağmen, tıpkı mitolojideki Sisyphos gibi yine inanılmaz bir emekle, başkalarının burun kıvırdığı “vasat” oyunculardan (mesela Türk basketbolseverlerin çok iyi tanıdığı Rasiç ve Kecman, geçen yıl Mersin’in tutamadığı McCalebb) yenilmesi çok güç bir takım yarattı. Bu heyecan verici takım, ben dahil tüm tahmincileri yanıltarak önce Panathinakos’u, sonra Maccabi’yi uçuruma itti. Aynı şeyi neden bir daha yapamasınlar?
Paranın genelde son sözü söylediği, kazananın her şeyi aldığı şu kavanoz dipli dünyanın gidişine ara sıra diklenen adamları çok seviyorum ben… Onun içindir ki, 21. Yüzyılın Sisyphos’u Vujoseviç’in, Partizan’ınını 9 Mayıs akşamı şampiyon görmek istiyorum. Biliyorum, çok romantik bir dilek bu. Futbolda romantizme bir ölçüde yer var da, basketbolda olasılıklar çok düşük.
Olsun, Mali “Bana bir yazı yazar mısın abi?” dedi, ben de bir dilek tuttum işte...
Yiğiter ULUĞ
Yoğun programında zaman ayırıp mutlu ettin bizi, bir kez daha ellerine sağlık Yiğiter Abi..
7 Nisan 2010 Çarşamba
Yüksek Takım Mühendisi Messina

F4 için sezon başı planlamalar yapılırken, Ettore Messina'nın çalıştırdığı takımlar her zaman için erken rezervasyon hakkı olanlardandır.. Zaten son 11 yıldaki finallerin 7'sinde o ve takımlarının bulunması bunun bir kanıtı. Final-four'daki ilk maçların hiçbirini kaybetmediği de bir dipnot.. Peki bayram değil seyran değil neden bu adam Barcelona’ya elenmiş Real Madrid’in koçuyla ilgili yazı yazıyor diyebilirsiniz.. Birkaç nedeni var. Bunlardan bir tanesi kim ne derse desin hatta kendisi bile sıklıkla dile getirse de Messina’nın gelecek sene şampiyonluklar kazanmak üzere bir takım kurduğuna, prensesin kurbağayı öptükten sonra bir prense dönüşeceği kadar inanıyor olmam.. -Tabii felsefesini takım üzerinde her yıl kusursuzlaştırdığını ve başarıya bir adım daha yaklaştığını kabul etmekle beraber..-
Yazının bir diğer nedeniyse Messina’nın Avrupa ve belki de dünya basketbol tarihinin en iyi takım mühendisi olması.. Bu ne mi demek ; takım kurarken, tombala çekmeden nokta atışları yapmak demek.. Bu da mühendislikle ilgili bilinen en meşhur sözlerden olan "Bir aptalın iki dolara kötü yaptığı bir işi bir dolara iyi yapma sanatı" lafıdır.. 4 Eurolig şampiyonluğu var Messina’nın 2 Bologna ve 2 CSKA’yla.. Her ikisinde de dümene geçtiği ilk sezon şampiyonluk yaşaması da o yüksek mühendisliğin eseri işte. Çünkü İtalyan takımının başına geçtiği ilk sezon Daniloviç, Crippa, Nesteroviç, Sconochini, Rigaudeau, Frosini, Amaechi takviyeleri var ki bunların 3’ünü ilk 5’te tamamını da ana rotasyonda yer aldığını unutmamak gerek.. Yani Kinder Bologna’daki şampiyonluk bilançosunda ilk 5’in %60’ı takımın ise %63’ü bir önceki sezona göre yepisyeni..
Gelelim CSKA’ya.. Rus takımına gelirken zaten enkaz devraldığını kimse söyleyemez ama anlaşılan 2001’den 2006’ya dek 3.’lük ile son 8 arasına sıkışan CSKA’nın sınıf atlaması için gerekli hamle o ve onun tercihleriydi.. Çünkü bu süreçte koçlar Ivkoviç (2002-05) ile Tikhonenko (2000-02), oyuncular da Papalokas’tan Holden’a, Savrasenko’dan Andersen-Pashutin’e kadar önemli isimlerken ve bu süreçte değişen parçalar Khryapa, Monya, Kirilenko, Einikis, Giriçek, Mirsad, Victor Alexander, Songaila, Tarlaç, Marcus Brown iken F4 cenderesinden bir türlü galip çıkamayan CSKA, Messina ve 4 ek parçasıyla ilk sezonunda şampiyonluk yaşadı. Yine ilk 5’in 3 ismini (Langdon, Vanterpool ve Smodis) değiştirdi Van Den Spiegel ise geniş rotasyonda ortalama verimli bir 12 dakikanın sahibi oldu..

11 Mart 2010 Perşembe
Efsane mi Dediniz? (Selçuk Ernak'tan Vujosevic Yazısı)

------
EFSANE Mİ DEDİNİZ?
Yaratıcı bir milletiz biz; efsane, polemik, skandal, bir günde “star”...Kolay üreten, çabuk tüketen ve malesef hiç hafızada tutamayan ama çok çok yaratıcı bir millet. Onun içindir ki “ efsane” diye anılan biri varsa dudak bükmek doğaldır bizim için, zaten hak ederek bu sıfatı alabilen varsa, bunu kabul etmeyen ve rahatsız olandır ancak. Ama demiştim ya; her köşede bir sihirbaz, imparator yada efsane çıkabilir karşınıza, en basit açıklamasıyla “burası Türkiye”.
Efsaneleştirilmek hatta putlaştırılmak istenen bir adamı daha yakından tanıma fırsatı buldum son 3 haftada. İşin enteresan yanı sadece basketbol sahasında değil sosyal kimliğiyle de topluma yön veren, öğretisi olan ve sonsuz sevgi kazanmış bir adamı…
Kulübüm Banvit Basketbol Kulübü’nün üst yönetiminin öngörüsü ve desteğiyle, tüm senesini Belgrad’da geçirecek Türk altyapı antrenörü, Dusko Vujosevic’ in Türkiye’ deki manevi oğlu Kemal Vatan’ ın aracılığıyla, 20 Şubat’tan itibaren 2 haftamı Partizan takımıyla geçirdim. Basketbolla ilgili eklediğim birikim bir yana, kafamda antrenör ya da daha belirginleştireyim “Yugoslav kökenli antrenör” imajına oldukça aykırı bir resimle karşılaştım bu süre zarfında. Sizlerle bu farklı, her zaman rastlayamayacağımız yönlerini paylaşmak istedim, özellikle de basketbol sahasının dışında olanları.

"Sırbistan’ ın %60’ ı Kızılyıldız’ lı, %30’ u Partizanlı, %10’ u da ateisttir” şeklinde tarif edilen bir ülkede, Karadağlı olup, Karadağ milli takımını çalıştırıp, kendine yöneltilen gayet spekülatif “vatanınız hangisi?” sorusuna “benim vatanım PARTIZAN” cevabı veren bir adamdan bahsediyoruz. Belgrad’ daki en büyük 2 kitapçının en önemli müşterisi olan bir adamdan… Son 2 sezonda 1300 civarı kitap satın alan derin bir adamdan… Oyuncularını ruhsal ve sosyal ihtiyaçlarına göre okumaya mecbur bırakan, onları kitaplarla durmaksızın ödüllendiren ve görevlendiren bir adamdan… Hatta Pekovic’e verdiği ve okunmayacağından emin olduğu kitabın arasına 500 Euro koyup, kitapla beraber geri aldığı anlatılan bir adamdan… Onların zihinlerini kontrol edebilmek ve geleceklerini ellerine teslim etmiş bu gençlerin doğru yoğrulabilmeleri için saha dışında da eğitimi bırakmayan bir adamdan… Rakip kulübün başkanını veciz küfürleriyle taciz eden ateşli taraftarın üstüne yürüyen bir adamdan… Sosyal demokrat fikirlerini maç sonrası röportaj ve basın toplantılarında söylemekten kaçınmayan bir adamdan… Resim sanatı konusunda bilgisine başvurulan bir basketbol adamından… Sırbistan ve Karadağ cumhuriyetleri ayrıldıkları sene “ sizce yılın en önemli politik olayı nedir?” sorusuna “ Fidel Casto’ nun hayatta kalması” cevabı veren bir adamdan. Haydi Türk gibi bitireyim “adam gibi bir adam” dan bahsediyoruz.

Selçuk Ernak
13 Ağustos 2009 Perşembe
Dolar Hocam Dolar
Kerem Gönlüm olayı sonrası İngiltere'ye giderken Tanjevic açıklamalar yapmış. En ilgi çekici olanı "Böyle bir oyuncunun yerini doldurmak çok zordur. Bizim planlarımız sarsıldı." olmuş. Doğruluk payı var elbette. Pota altında önsezi çok önemlidir. Çeviklik ve savaçşı ruhla birleşince ortaya özel oyuncular çıkarır. Kerem Gönlüm de bu özel oyunculardan bir tanesi. Ancak hiçbir oyuncunun yeri dolmaz değildir, bunu en iyi bilen koçlardan biri de Tanjevic'tir.
Tanjevic'in ilginç kararlarına, duruşuna, geçmişine, başarılarına en çok saygı duyan ve onu en çok seven isimlerden biriyim. Bazı oyuncuların hataları olmuş olabilir, takım kimyasını bozmuş olabilir, çok konuşmuş olabilir. Bunların hepsine tamam. Ama bir basketbolcunun 15 yıllık kariyerinde iniş çıkışlar olur, hataları olur, zaferleri olur. Önemli olan bir hoca olarak yanlışları düzeltmek, oyuncuları kazanmaktır. En önemlisi de hataları kabul edip hatalardan dönmektir. Kerem Tunçeri tercihini bir hata olarak kabul edip geri döndü Tanjevic. Karşılığını mutlaka alacaktır.Mehmet Okur belki uç bir örnek, yaşananlar nedir bilmiyoruz ama basketbol altyapımız futbola göre fersah fersah ilerde. Cemal Nalga'nın, Barış Hersek'in, Fatih Solak'ın, Engin Atsür'ün aday kadroya çağrıldığı bir Milli Takım'da Kerem Gönlüm'ün yeri de dolar hocam, yeter ki herkes hatalarından ders çıkarmayı bilsin. İsim zikretmek bizim işimiz değil.
Ettore Messina ve Yepyeni Real Madrid

Messina'lı CSKA oyun disiplininden hiçbir zaman kopmayan, mükemmele yakın bazen de mükemmeli aşan savunma yapan, Papaloukas'ı benchte başlatıp sonradan oyuna alarak 18-25 dk arası süre veren, yine Andersen'i kenardan başlatarak Van Den Spiegel ve Savrasenko'yu oynatıp bizleri dehşete düşüren, kadrosuna asla süperstar denilebilecek bir 5 numara katmayan, evinde maç kaybetmeyen bir takımdı. Daha bir çok özellik sayabiliriz ama bunlar en çok akılda kalanlar. Son dönemde Lorbek, Khryapa, Planinic ve Siskauskas gibi isimleri kadrosuna katmasına rağmen ondan önceki senelerde bildiğinden pek şaşmadı Messina. Müthiş otoritesi ve tecrübesiyle bu kadar yıldızın olduğu bir takımda su yüzüne çıkan tek bir ciddi kaos ortamı oluşmasına izin vermedi. Adı NBA ile geçerken Real Madrid'le sözleşme imzaladı ve kendisini tanımayanlar için "Ben geldim" mesajlarını ve demeçlerini vermeye başladı.
"Disiplinli bir takım istiyorum."

"I have had good teams at good clubs, with people who know how to help and build a team. The way you build a team in modern day sports is more important than how you coach it."
"İyi klüplerde iyi takımlara,yardım etmeyi ve takım kurmayı bilen insanlara sahiptim.Modern sporlarda takımı kurmak onu yönetmekten çok daha önemlidir."
Gerek bu sözler, gerekse yeni takımıyla ilgili gelen bir soru üzerine verdiği cevap temizliğin de sinyalini vermiş oluyordu;
"I don't have a team because we are still building it."
"Takımım yok çünkü hala onu kurma aşamasındayız."
Göreve gelir gelmez de transferler ardı ardına geldi. Hansen, Kaukenas, Lavrinovic, Velickovic. Sırada Prigioni ve Garbajosa'nın olduğu söyleniyor. Devamı da gelecektir şüphesiz. Gidenler Raul Lopez, Alex Mumbru, Kennedy Winston. Her ne kadar ona inancım tam dese de Hervelle de gidenler listesine dahil olacak. Massey ve Marko Tomas da bu isimlerden olabilir. Hatta Tomas ve bir miktar para karşılığı Estudiantes'li genç yetenek Carlos Suarez'i kadroya katmak istediği konuşuluyor.
Messina'nın tarzı bu. Şov yapan, takım oyunundan uzaklaşan ve sadece bir konuda yetenekli olan oyuncuyla onun işi olmaz. Raul Lopez'in oyun kurması yetmez. Papaloukas gibi savunma yapabilmeli, Kaukenas gibi istikrarlı bir atıcı olmalı. Mumbru gibi "pota altına yardım ederim, boş buldum mu üçlük atarım" felsefesinde değil Smodis gibi savaşan, ribaundu söküp alan, boş buldu mu atmayıp öldüren oyuncu lazım ona. Reyes gibi her işi yapan takımın yükünü çekebilen, Bullock gibi sorumluluk alabilen oyuncuyu kadrosunda görmek ister.

