Sitedeki bütün yazılar tarafımızdan hazırlanmaktadır. Kaynak göstermeden çalan çırpan Schortsanitis'in altında kalsın.

Köşe Yazısı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Köşe Yazısı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Eylül 2011 Salı

Kendi Dünyasında Hep İkinci Kalanların Hikayesi

3 yorum

Keskin bir dille bitiriyoruz cümlelerimizi... Üstelik hukuk sistemi bu kadar yavaş ve şüpheli işleyen bir ülke için sözkonusu spor olduğunda tek celsede bu kadar hızlı hüküm vermemiz şaşırtıcı değil mi? "X oyuncu değil" , "Y takımı sattı" veya "Z'den koç olmaz, kim getirdi bunu başımıza"... Benzerlerini sıralamak mümkün. Bu işle amatör olarak ilgilendiğimi bilen dostlarım, iş arkadaşlarım turnuva başından sonuna kadar hep aynı cümleyi kurdu bana; "Bizim takımdan hiçbir şey olmaz." Haklısınız deyip geçtim sadece. Çünkü cümlelerin hiçbiri "ama" veya "çünkü" ile devam etmedi. 2010'da Sinan Erdem'de de "ama" ve "çünkü" ile devam etmeyen cümleleri tartışmamıştım.

Fırtına aslında Almanya'daki hazırlık turnuvasında değil İzzet'in kadroya alınmasında başladı. Tüm hazırlıklarını tamamlamış ve kamplaşmak için hakemin düdüğünü bekleyen bir millet için beklenen ses erken gelmişti. "Torpille gelen Orhun Ene kendi oyuncusuna torpil yapıyor." cephesi beyaz köşede, "Orhun Ene kendi sistemine göre tanıdığı, bildiği oyuncuyu aldı" cephesi kırmızı köşedeki yerini almıştı. "Tamam İzzet kadroya alındı ama kimdir bu çocuk, vasıfları nelerdir, Orhun Ene acaba neyi düşünerek kadroya aldı" cephesi ise iki köşeden gelen "Kenara çekil yoksa kör kurşuna kurban gidersin." uyarıları arasında kayboldu. Millet olarak artık turnuvaya hazırdık. Mağlubiyetlerde takımımızı demir sopalarla dövüp, galibiyetle kırmızı güllerle alkışlayacaktık. Başardık da...

Bu ortam Tanjevic döneminden kalma bir miras değil. Tanjevic'in bayrağı devraldığı ve Orhun Ene'ye devrettiği bir gelenek. Tanjevic bir turnuvada omuzlarda, bir diğerinde ayaklar altındaydı. Yaptıkları ve en son ülkeye kazandırdığı gümüş madalyayla bile görmediği sevgiyi, saygıyı hastalığı sayesinde görmüş bir basketbol emekçisiydi. Öyle ki, Tanjevic kamplaşma merkezinin dışında kaldığı için zamanında günde üç öğün Tanjevic'in kulaklarını çınlatan insanlar Orhun Ene'yi eleştirirken kendilerine bir taraf seçmek zorunda hissettiklerinden düşünmeden Tanjevic'in arkasındaki yerlerini aldılar. Samimiyetsizlik değil bu aslında, aşırı duygusallık. Konuya hakim olmadan hakim kesilmenin verdiği duygusal bir hüküm...

 Turnuva boyunca beni rahatsız eden de işte bu kamplaşmanın ta kendisiydi. Mağlubiyette iki satır eleştiri yazanlar "Pusuda bekleyen tilkiler" muamelesi görürken, galibiyette iki satır övgü yazanlar "Kötü günde neredeydiniz!" diye linç kültürüne kurban seçildi. Oysa ki artniyet içermeyen, yapıcı eleştirilere bu ülkenin her alanda ihtiyacı var. Ama bunun en fazla köreldiği yer basketbol camiası. Kendi kısır çekişmeleri içinde eriyip giden bir camiadan yapıcı eleştiri yapmayı başarabilenlerin sayısı bir elin parmağını geçmiyor. Bu da ülkedeki basketbol kültürünün borsa gibi dalgalanmasına sebep oluyor. Bir sene önce kahraman olan Ersan, Hidayet bir sene sonra hain; dünya ikincisi denilen bir milli takım tam 365 gün sonra milli maçı umursamayan 12 kişi diye ifade ediliyor.

A Milli Takım Litvanya'da başarısız bir turnuva geçirdi ve bu başarısızlıkta payı olanlar açıkça tartışılmalıdır ama öncelikle bizim yerimizi belirlememiz lazım. Türkiye 2010 finalisti olarak kendini Avrupa'nın en başarılı takımı olarak görüyorsa bu turnuva çok ağır bir başarısızlık anlamına gelir. Türkiye kendini Avrupa'nın ilk 8 takımı içinde görüyorsa bu belli sınırlar içerisinde eleştirilmesi gereken bir başarısızlıktır. Fransa, Litvanya, Polonya ve Sırbistan mağlubiyetlerinin tamamı bu kadar kötü performansa rağmen son saniyelerde kaybedilen maçlardı. Üstelik de berbat hücum performansımıza rağmen. Bu ne eleştirilerden kaçınmak için gerekli bir mazeret ne de takımı yerden yere vurmak için haklı bir sebep. Bu, sebepleri "yetkin" kişiler tarafından ortaya konması, incelenmesi ve çözüm bulunması gereken bir husus.

Profesyonel olarak oyunculuk veya koçluk kariyerim yok. Bu sebeple kendimi asla bu konularda "yetkin" biri olarak görmem mümkün değil ve mümkün olduğunca da bu konularda yorum yapmıyorum. O yüzden Emir'in kenardan sokamadığı topu veya Sırbistan maçındaki son top tercihini haddim olarak görmediğimden iki farklı cephede savaşarak tartışan grubun arasına girmeyeceğim. Benim için "Bir tane bile son top setimiz yok" diyenlerle, "O topu da kenardan Orhun Ene mi oyuna sokacak" diyenlerin farkı yok. O yüzden benim için önemli olan bir noktaya değinmek istiyorum.

Turnuvaya 14 oyuncu ile gelinecekken FIBA'nın ani bir kararla bu rakamı 12'ye indirmesi tüm takımlar için büyük bir darbe oldu. En büyük sıkıntıyı çeken takımlardan biri de bizdik. Orhun Ene'nin taktiklerini eleştirecek kadar "yetkin" olmadığımdan sadece oyuncu tercihlerini eleştirebileceğimi düşünüyorum. Tüm takımlar her oyuncuyu altın değerinde seçerken biz turnuvaya iki eksikle gitmeyi tercih ettik. Artık Cenk Akyol için "milli takım kadrosuna seçildi" demek yerine "kadrolu milli takım oyuncusu" demek daha uygun sanırım. Çünkü sezon içindeki performansı ne olursa olsun mutlaka o kadroya seçiliyor ve turnuvaları katkı yapmadan tamamlıyor. Üstelik takımların tıkandığı anda devreye girerek kilidi açacağı en kritik pozisyonda kadroya dahil ediliyor Cenk Akyol. Tam da bu turnuvada şutörlerimizin formsuzluğunda sıkıntı çektiğimiz senaryoda başrol olması gerekiyordu. Ama yine kocaman bir hayalkırıklığıyla turnuvayı kapattı. İzzet de aynı şekilde Orhun Ene tarafından 12. kişi olarak kadroya dahil edilen ama üç maçta 21 dakika süre alabilen atıl dev adamlardan biri oldu.

İşte bu noktada benim sormak istediğim bir soru var. Orhun Ene turnuvaya Kerem Tunçeri ve Ender Arslan ile gelmiş olmasını, gerektiğinde Emir'in ve Hidayet'in oyun kurma yetenekleriyle açıklayabilir ama özellikle ilk gruptan çıkmamız neredeyse garanti iken ve diğer grupta karşımıza gelecek takımlar belliyken neden Doğuş Balbay kadroda düşünülmedi? Kuru kuruya bu soruyu sormuyorum tabi ki. Doğuş Balbay gibi hızlı, kuvvetli ve baskılı savunma yapabilen bir guardı Schaffartzik ve Hamann ile oynayan Almanlar'a baskı yapıp düzen dışına çıkarmak için veya Fransa'da Tony Parker'ı ve Sırbistan'da Teodosic'i raydan çıkarmak için kullanamaz mıydık? Üstelik Doğuş sadece parkeye savunma koyan bir oyuncu da değildi. Hatta mantığı bir kenara bırakıp düz baktığımızda bizim yerimize çeyrek final oynayacak Sırbistan'ın yerinde olup, Khvostov, Shved ve Ponkrashov gibi baskıda kontrolü kaybedebilecek isimlerle organize olmaya çalışan Rusya'ya bile avantaj sağlayabilirdik. Madem Cenk Akyol ve İzzet Türkyılmaz gibi iki ismi kadroya alıp hiç faydalanmayacaktık, bu risk alınamaz mıydı? Benim turnuva sonrası muhasebeye dair merakım budur. Basın toplantısında biri de bu dipnotlarla sorarsa fazlasıyla mutlu olurum.

Turnuvanın gerisi benim için formsuzluk, kötü hücum performansı ve moral motivasyonun dipte olması ile huzurlu bir mazeret kalıbına oturabilir.

Bir dönem Kerem Tunçeri'yi almadı diye Tanjevic'i giyotine götüren, daha sonra Kerem Tunçeri'nin 2010'daki performansıyla onu kürsünün zirvesine çıkaran ve tam 1 sene sonra onu tekrar kuyunun dibine yollayan bir toplum olarak sağlıklı eleştiri platformunu kurmamız tabi ki mümkün değil. Anlık başarıların ve anlık gündemlerin güdümünde yaşadığımız için sabaha dünya ikincisi olarak uyanıp, öğle yemeğini Britanya'lı olarak yerken, akşam da işe yaramaz bir grup dev adam olabiliyoruz. Gerçeklik skalasında hiçbirine yer yok.

Sırplar 10 Eylül gecesi "Hatanızı telafi edin ve şansınız hala varken çeyrek finale çıkın." diyordu kendi gazetelerinde ve internet sitelerinde. Onlar için altın bir jenerasyonla Avrupa Şampiyonası'nda çeyrek finale çıkamamak büyük başarısızlık çünkü. Ama hedefi belirlerken Türkiye'ye karşı alınacak intikamı ikinci plana attılar. Gelenek onlar için daha önemliydi. Biz ise takımımızı ve kendimizi motive etmek için geçen seneki videolardan, kliplerden medet umduk. Geride kalan maçlarda nerelerde hata yaptğımızı yine yabancılar yazdı, çizdi. Biz geçmişle yaşamaya devam ettik. Tıpkı 2013 Avrupa Şampiyonası'na hazırlanırken hala "Son dünya ikincisi" apoletini kullanacağımız gibi.

Maskelerimizi takıp dünya ikincisi gibi takılacağız baloda. Renkli resimlere bakıp duracağız ama müthiş zaferlerimizin klipleri yapılırken son sekize neden kalamadığımızın teknik analizini içeren video asla yapılmayacak. Çünkü dünya ikincisi(!) bir ülkenin özeleştiri mekanizması iflas etmiş durumda. Art niyetsiz de olsa eleştirenler hain, destek olanlar yalaka kabul ediliyor. Siyahlar ve beyazlar iki kutupta çarpışıp grileri ezerken Deron Williams'ın bir turnikesi bizi Avrupa'nın en kaliteli ikinci ligi yapmış, Avrupa'nın hiçbir kupasında son sekize kalamayan kulüplerimiz baharda "şanssız" bir maçla elenmiş olacak. Herkes şişe geçirilip çevrilen Orhun'u, Ahmet'i, Mehmet'i konuşurken, afiyetle yerken altında yanan ateşi görmezden gelecek. Dünya dönmeye devam ederken, biz kendi dünyamızda hep ikinci olarak kalacağız.

1 Mart 2011 Salı

Yılmaz Özdil Olsam Wisniewski'ye El Sallasam

3 yorum


28 Haziran 2010...

Andrew Wisniewski.

Maccabi Tel Aviv'den gelen ABD'li guard.

*
29 yaşında ve 1.91 metre boyunda... Efes Pilsen'e transfer edildi...

Türkiye ligi için transfer edilmediği kesin. Nasıl olsa Efes Pilsen her türlü Türkiye'de finale çıkıyordu.

Esas Avrupa'da beklenen başarı gelsin diye alındı o bölgeye.

*
Neler yaptığına bir bakalım...

20 Ekim 2010 Union Olimpija deplasmanı. 28 dakikada 1 asist 2 top kaybı.

27 Ekim 2010 içerde Valencia maçı. 9 dakikada 2 asist 1 top kaybı.

3 Kasım İstanbul'da AJ Milano maçı. 20 dakikada 3 asist.

11 Kasım OAKA deplasmanı. 20 dakikada 0 asist.

*
Uzayıp gidiyor bu liste. Tek tek yazsak sığmaz. Tüm maçlarda kesilmeden oynadı çünkü Wisniewski.

15 Eurolig maçında asist ortalaması 1.9... Top kaybı ortalaması 0.9... Sayı ortalaması 4.5...

Efes Pilsen bu sene de gruplarda sustu. Grubun son maçı bile oynanmadan Top 16'da Eurolig'e veda etti. 

Neden diye soruyorum kendi kendime. Her takım oyun kurucusu kadar konuştuğu için olabilir mi? Emin değilim.

En önemli adamını, oyun kurucusu McCalebb'i kaybetmiş Siena eledi çünkü Efes Pilsen'i. Sistemi ve istikrarı olan Montepaschi Siena.

*
28 Şubat 2011...
 
Andrew Wisniewski sessizce veda etti Efes Pilsen'e. Arkasında elenmiş bir dev, formasının altında boğulmuş bir Ender Arslan bırakarak.

O formasını alıp valize koyunca, altında kalan Ender Arslan'ı farketti Perasovic.

Ya da zaten farkındaydı da, artık mecburiyetten oynatacak. 

Bir zamanlar Efes Pilsen Avrupa'da fırtına gibi eserken kadrosu baştan aşağı yetiştirdiği aslanlarla dolu, lideri Naumoski'ydi. 

Şimdi baştan aşağı döşediği yabancılardan fırsat bulup, altyapıdan yetiştirip elinde kalan tek değerine, bir "Arslan" ına giydirecek forma bulamıyor Efes Pilsen. 

Adı değişsin mi değişmesin mi tartışması var ya gündemde.

Herşey çoktan değişmiş zaten Efes Pilsen'de. Bir adı aynı kalmış, bir de tepedeki yöneticileri.

*
Perasovic demiş ya eğer başa dönebilseydim değiştireceğim çok şey olurdu diye...

Ah keşke o fırsat bize verilse... Şöyle temiz temiz 90'lara dönerdik.

Sırf bir sandalye atabilmek, Tamer Oyguç'a siper olabilmek için bile 1993'e Torino'ya dönerdik.

Valla dönerdik Sayın Özerhun...

Belki son yıllarda müsveddeye dönen transfer listelerini de değiştirebilirdik. Çöpe giden milyonları engellerdik.

23 Ocak 2011 Pazar

Messina'dan Top 16 Değerlendirmesi

0 yorum

Ettore Messina çok sık olmasa da düzenli bir şekilde kendine ait blogda yazan isimlerden biri. Son yazısında Efes Pilsen dahil olmak üzere Top 16 grubundaki rakipleri ve kendilerini değerlendirdi. Henüz keşfetmemiş olanlar varsa yazıları burada. Rus sitesi olduğuna aldanmayın, her yazının ingilizce versiyonu da mevcut. Vujcic için kullandığı "big point guard" terimi de cuk oturmuş. Türkçeye çevirmeye çalışsan anlatmaya çalıştığı gibi çevirmek zor ama Vujcic'i bilenler için 10 numara bir tanım. Son yazısı aşağıda;

Some Simple Recipes

We’ve had too many ups-and-downs in the Euroleague so far this season. There were some really encouraging wins, like versus Unicaja at home, Lottomatica in Rome and, of course, that triumph in the clash with Olympiacos in Madrid. Then again, we only won once on the road and had a very rough game against Charleroi – probably, our worst showing of the season.

One could say that flashes of potential are definitely there for Real Madrid. Still, two primary areas of inconsistency for us are defense and shooting the ball. I mean, the team has been good at most offensive aspects except shooting percentage. We’ve had plenty of good looks, but for some reason just weren’t able to consistently connect on them.

Actually, creating open shots is what separates a good offense. You do your best to give shooters space and time and then count on them to put the ball into the basket. That’s why, by the way, Trajan Langdon has been so important to CSKA’s success. Guys like JR Holden, Papaloukas or Siskauskas made defenses collapse with their dribbling penetrations, giving him good looks from the perimeter and Trajan always did a good job knocking those shots down. The system worked against virtually any type of defense.

Anyways, we’ve been working hard on our shooting lately, both on technical aspects and mental ones. I hope it shows in the future, allowing us to increase percentages even in high-pressure type of games.

Overall, we have to stay strong at home, and in those away games just be able to sustain the pressure and be mentally ready to run away with it in the fourth quarter. That’s the recipe for making the play-offs.

It’ll be interesting to see young players react and deal with that kind of challenges. For most of them –guys like Sergio Rodriguez and Carlos Suarez – it’ll be a brand-new experience, even though Sergio saw some really scarce Euroleague action several years ago with Estudiantes. It’ll be yet another big challenge for Nikola Mirotic, who’s getting more and more minutes. Last season he was a second division player in Spain and here he is just eight months later – playing in the Euroleague.

So that’s what we want to do – get off to a good start and then maintain the momentum throughout the tournament while keeping in mind that in Top 16 point difference can play a role as vital as wins and losses. That basically makes every possession extremely important.
Our group in Top 16 this season is very similar to the group we had last year. Montepaschi Siena today fields two well-known players who were with Real Madrid last year – Marko Jaric and Rimas Kaukenas. I believe a certain sense of a good-natured rivalry could stem from this fact. I’m sure the guys will put in some extra effort to try and prove that we were wrong in not giving them enough minutes last year. It’ll be an additional motivation for them. On the other hand, Nikos Zisis is also on their roster and it’ll be great to meet him. We won many games together at CSKA, including that triumphant Euroleague campaign in 2008, which for sure still counts among fondest memories for everyone involved.

Efes is a team loaded with talent. In particular, they have a very smart player in Nikola Vujcic. He’s one of the guys I call «big point guards». When he receives the ball in the low post, he always seems to know how to find an open teammate in scoring position. And they have a lot of scorers – Rakocevic, Tunceri, others. Generally, the Istanbul squad looks quite menacing and will present a strong competition, without doubts.

Partizan, as a team, is very familiar to CSKA fans after having played so many games against the army club over the last several seasons. They have a habit of winning with new blood and this season the Serbs could be even more dangerous than in 2009-10. This year Sasha Danilovic did not have Dule Vujosevic alongside but still he picked up some very good players. Maybe they are not so experienced as they were last year but they are certainly deeper and maybe even more dangerous because of that.

Domestically, at the moment we’re tied with Barcelona at the top position in the ACB League, even though we lost to them in Catalonia. Hopefully, such disposition remains until the next time we play them in Madrid.

The biggest goal right now, though, is to make sure we’re successful in the Copa del Rey. It’s a fantastic Final Eight-type tournament that will be held in February in Madrid. Our club gets to play Gran Canaria in the quarterfinals, and, naturally, we have the ambition to go all the way in the competition.

29 Ekim 2010 Cuma

Efes Pilsen: 79 - Valencia: 63 (İsteyince Oluyormuş)

2 yorum

İzlemediğim maçlar hakkında birşeyler karalayabilme kabiliyetim malesef yok. Başarsam da 4-5 satırdan ileri gitmiyor. Bu yüzden bu maç ve Fenerbahçe Ülker maçıyla ilgili birşeyler yazabilmek için maçları izlemeyi bekledim. Bütün işlerimi ayarlayıp Skytürk yüzünden izleyemediğim maçı bugün nihayet yabancı bir anlatımla banttan izledim. Yazısını da haftaiçi kendime ait bir köşede yazmam için teklifte bulunan Basket Dergisi sitesine bugün yazdım. Ayrı bir değerlendirme yazacak vaktim yok, oraya yazdığım yazıyı da buraya koymak uygun düşmez. O yüzden sizi bu haftalık buraya alalım. Herzamanki gibi saygı sınırlarında tüm acımasız eleştirilere açığım.

17 Ağustos 2010 Salı

Mesele Madalya Değil Yürek Meselesi

14 yorum

Türkiye Basketbol Federasyonu'nun tabiriyle "tamamlanan" ama nasıl tamamlandığı konusunda pek fazla vurgu yapılmayan Beko Supercup sonrası ben de sağlıklı düşünebilen tüm basketbolseverler gibi dehşete düştüm. Arka arkaya alınan üç yenilgiden daha moral bozucu olan sahada ne yaptığını bilmeyen, bu turnuvaya hangi amaçla katıldığı parkenin üzerinde kesinlikle anlaşılmayan, sinirlerini aldırmış ay yıldızlı kafilenin yaptıklarıydı. Tepeden tırnağa bu konuya değineceğim ama önce basketbolun güzel taraflarına değinmek istiyorum.

Bugün işte boş vaktimde Slovenya - İspanya maçını izleme şansı buldum. 2 gün önce İspanya'da rakibinden 20 sayı fark yiyen Slovenya, yeni salonunun açılış maçında İspanyolları elinden kaçırdı ve uzatmada 72-79 mağlup oldu. Almanya - Türkiye maçından 1 gün sonra bu maçı izleyince milli takımımızın bambaşka bir dünyada basketbol oynadığını da rahatlıkla gördüm. Dün Semih Erden sırtı dönük karşı sahaya top getirirken dünya basketboluna kazandırdığımız ilginçliklerle beraber maçı izlemeyi bırakmıştım. Bıraktığım yerden bu güzel mücadeleye devam etmek gerçekten iyi geldi. Slovenya Lorbek ve Smodis'in yokluğunda pota altındaki zayıflığını bilerek o bölgeyi müthiş kapattı. Top havuza düştüğünde ribaundu alsalar dahi alkışlanacak Lakovic - Dragic - Becirovic üçlüsünden Dragic'i bir ara Reyes'i bloklarken gördüm. Bütün kısalar yardıma geldiler ve takım savunmasıyla İspanya'nın o bölgede Marc Gasol - Reyes - Vazquez üçlüsü ile kurmaya çalıştığı üstünlüğü paramparça ettiler. Scariolo da her ne kadar uzunları istikrarsız olsa da öldürücü kısalara sahip Slovenya'ya karşı savunma ağırlıklı bir beşle sahaya çıkıp öncelikle onları durdurmayı planlamıştı. Maçın belli bölümlerinde Calderon, Suarez , Garbajosa gibi hücum yönü ağırlıklı oyuncular sahada olduğunda İspanya bir ara 9 sayı geriye düştü ama maçı tamamladığı savunma ağırlıklı beşiyle maçı kazanmasını bildi. Maçın sonunda arka arkaya kazanılan iki topla gelen fast breakler zaten bu galibiyetin mimarıydı. Ama bu maçı İspanya'nın kazandığını söylemek Slovenya performansına haksızlık olur. Mükemmel mücadele ettiler, mükemmel oynadılar. Sanki evlerinde dünya şampiyonası düzenleyip finale çıkmış gibiydiler. Ama maçın sonlarına doğru bireysel hücumlara dönmeleri ve bütün maç devam ettirdikleri pas trafiğini azaltmaları kaçırdıkları serbest atışlarla beraber onların eforunu boşa çıkardı. Slokar ve Nachbar'ın düşük performansına, Vidmar'ın kötü serbest atışlarını eklersek faturanın bir kısmını havale etmiş olurum sanırım. Son üç dakikada topa atlayan Rubio ve Vidmar vardı sahada. Hem de sakatlanma pahasına. Aynı, maç sonunda üç gün önce rakibine 20 sayı fark atan İspanya'da Mumbru'nun yumruğunu havaya kaldırıp sevindiğinde duyduğu heyecanı gösterir şekilde.

İşte tam o anlarda biraz daha yukarılarda Almanya'nın yeni genç projesi Türkiye ile antrenman maçı yapıyordu. Nowitzki'nin gelmeyişini "Sağlık olsun" diyerek geçen ve genç potansiyelleriyle devam eden Almanlar karşısında milli takımımızın moral galibiyeti alacağını düşünmüştük. Hatta ben maç öncesi bu takıma çift haneden az fark atarsak bunun bile başarısızlık olacağını düşünmüştüm. Maç sonunda ise çift hanelerle mağlup olan bir milli takım vardı sahada. Maç içindeki tercihler, oyuncuların oynadıkları pozisyonlar benim için arka planda. Öncelikle yaşadığım hayalkırıklığını ifade etmek istiyorum.

Her turnuva öncesi asan, kesen, daha hazırlık kampı başlamadan ilk 3'e giren ve giderek devleşen(!) bir basketbol anlayışımız var. Türkiye liginde bile performansı ortalama olan Semih Erden'i "NBA Yıldızı", 5-6 yıldır yeteneklerini bir adım ileriye götüremeyen Cenk Akyol'u "Genç Yıldız", Hidayet Türkoğlu'nu "Hido" diye okuyan basketbol anlayışımızla aynı paralelde. 6 yıldır kendisine gösterilen sabıra rağmen yetenekli bir jenerasyonun üzerine inadıyla harç döken Tanjevic ve eleştirilere zerre kadar açık olmayan Turgay Demirel de bu piramidin en önemli taşları.

Aslında milli takımdaki kadro tercihleri konusunda pek fazla yorum yapmamayı tercih ediyordum ama son yaşananlardan sonra susmak hem ülke basketboluna, hem de kendime ihanet olurdu. Benim yaşımdan daha uzun bir süre koçluk kariyeri olan Tanjevic'i teknik konularda eleştirerek hiçbir zaman komik duruma düşmek istemedim. (Eleştirenlere kesinlikle komik demiyorum, sadece bu konulardaki bilgimin azlığından kendim için kullanıyorum bu ifadeyi) Ama bütün bir seneyi cezalı olarak geçiren Kerem Gönlüm, son dönemde takımla bile antrenmana çıkamayan Ömer Aşık, 6 yıldır basketbol adına yaptıkları sözleşmeli bir öğretmenin veya emekli bir memurun basketbol adına yaptıklarından fazla olmayan Cenk Akyol bu kadar süre bulurken sezonun en flaş ismi Evren Büker'in forma bulamaması utanç verici bir durumdur. Üstelik de Engin Atsür sakatlanmış, Ender ve Kerem Tunçeri takıma pozitif anlamda hiçbir şekilde liderlik edemiyorken. Açıkçası ne Cenk'e ne de bir başkasına kızamıyorum. Ben de Cenk'in yerinde olsam bütün sene kafama göre takılır, normal antrenmanlarımı yapardım. Ne durumda olursa olsun milli takıma seçileceğini bilen bir oyuncudan, üstelik de Cenk Akyol kafasındayken özel bir şeyler yapmasını beklemek hayalcilik olur.

Dün takvim yaprakları 15 Ağustos'u gösteriyordu. Yani evimizde yapılacak şampiyonaya 13 gün kaldığını ifade ediyor bu tarih. Aynı zamanda rakipler artık son eksiklerini giderirken Tanjevic'in şampiyonada karşısına çıkabilecek rakipler karşısında deneme yanılma yaparak 5 uzunla takımını sahaya sürdüğü tarihti bu. Ne yaptığını veya başka bir deyişle "ne yaptırıldığını" bilmez milli takımımızı izlerken utandık. Takım içinde Ömer Onan, Sinan Güler gibi direnen, birşeyler yapma uğraşında olan oyuncuların haricinde birçok oyuncumuz "Biz neden burdayız, iki şut çekelim de gidelim" havasındaydı. Asla skor yazarlığı yapmadım, bundan sonra da yapmayı düşünmüyorum. İşte bu yüzden alınan sonuçlar benim umurumda değil. Bu mantaliteyle Almanya'yı yenmiş olsaydık da aynı satırları karalayacaktım.

Kesinlikle ne olduğumuzu, hangi seviyede olduğumuzu bilmiyoruz. Millet olarak sürekli pohpohlanmayı seven, gazla çalışan bir yapımız var. Takımımız şu haldeyken bile 12 dev adam müziğini verdiğimiz anda şampiyonluğa inanacak milyonlarca insan var. İşte bu yüzden Avrupa olduğumuzu, hatta Avrupa'nın bile hangi noktasında olduğumuzu unutup ABD gibi basketbol oynamaya çalışıyoruz. Turnuva öncesi biri Cenk Akyol'un kulağına "Baba sen Atlanta'nın oyuncususun. Sağdan soldan bir iki vur, kaldır at. Senden iyi bunu yapacak adam mı var takımda." diye fısıldadıysa sanırım bunun neye malolacağını hesaplamadı. Veya Kerem Gönlüm'e "Dostum bayadır oynamıyorsun, uzak mesafe falan tanıma şut çalış maç içinde." diyen insanla yakın bir dost olmalı. Mütevazi Slovenya bile 20 saniye top çevirip Vidmar'ı İspanya pota altında kullanmaya çalışırken, Avrupa ve Dünya şampiyonu İspanya'da Rubio Reyes'i pozisyon almadığı için fırçalarken biz ikinci pasta potaya kaldırıp üçlük atıyoruz. Çünkü pota altı göçmüş bir Litvanya karşısında pota altını zorlayacak temel bir maç planımız yok. Veya Türk yüreğiyle dışardan şut bulabilen uzunu Ömer Aşık'a emanet edebiliyoruz. Kenarda Evren Büker adalete olan inancını yitirmek üzereyken Cenk Akyol'un çakma Dwyane Wade hareketlerine tahammül edebiliyoruz. Bir nesil Nowitzki'nin nasıl milli takımını sahiplendiğini izleyerek büyürken yeni nesil Hidayet'in milli coşkulu reklamlarından sonra maç içinde nasıl Sprite reklamı çektiğini izliyor. Ve bir çok örnek daha.

İşte bu yüzden hazırlık maçlarındaki skorlar benim umurumda değil. Barcelona'da yedeklikten baygınlık geçiren Lakovic'le, sakatlıktan perte çıkmak üzere olan Becirovic'le, sırf Olimpija'dan kurtulmak için Siena benchinde çürümeye razı olan Slokar'la, Efes Pilsen'de Ergin Ataman'ın psikolojik ve taktiksel işkencesine maruz kalan Nachbar'la, Fenerbahçe Ülker'de taşlanarak infaz edilmesi tahkimden dönen Vidmar'la ve diğer orta seviye oyuncularıyla İspanya'ya kafa tutup aslanlar gibi milli formasını ıslatan Slovenya'yı gördükçe, TBL'e gelse basın tarafından ikinci gün "İlk 2'ye giremez" etiketi yapıştırılacak yeni Rusya'nın savaşını, Çin'in isteğini ve herşeye rağmen mücadelesini gördükçe bu skorlar umurumda bile olmuyor. İnanın madalya falan da umurumda değil. Çıkıp binlerce vatandaşınızın önünde aslanlar gibi mücadele edip yenilseniz de biz sizi ayakta avucumuz patlayıncaya kadar alkışlarız. Ama bu vurdumduymaz tavrınız bizi kahrediyor. Küçümsediğiniz, küçümsediğimiz Vidmar gibi yerden yere atlayın, siz yenilseniz de biz sizi "12 Dev Adam" diye çağırırız. Ama şu anda hiçbiriniz dev falan değilsiniz. 2001 Hidayet'i devdi, 2010 Hidayet'i henüz değil.

Bu söylediklerim hazırlık maçlarının ardından saldırıya geçen skor saldırganlarının tavrı gibi algılanmasın lütfen. Bu bir basketbolseverin, bütün bir sene izin hakkı olmamasına rağmen ilk tatilini 850 kilometre öteden gelip basketbol coşkusu yaşamak için kullanacak bir basketbolseverin haykırışıdır. Bazıları kendinde olmasa da lütfen siz kendinize gelin 12 Uzun Adam. Milyonlar size inanmışken bu kadar salıvermeye hakkınız yok. Çünkü Tanjevic 1 ay sonra Roma'da bir cafede oturup purosunu yakarken A Milli Takımla ilgili özeleştiri yapmayıp Boniciolli ile yeni sezonun planını yapacak. Kimse ona kaybolan 6-7 yılın hesabını soramayacak. O bir sonraki şampiyonada yine protokol tribününde otururken bu milletin bir daha kendi takımını evinde izleme şansı belki de 40-50 yıl olmayacak. Biz sizden madalya istemiyoruz, savaşın, sahada ne yapmaya çalıştığınızı görelim yeter, gerisini biz halledeceğiz.

27 Temmuz 2010 Salı

O Artık Başkalarının McCalebb'i

1 yorum

NBA’in büyülü dünyasına adım atamayan veya attığı adım boşa gelen her ABD’li basketbolcunun hayali kıta dışında , özellikle de Avrupa’da oynayıp tekrar NBA’e dönebilmektir. Tıpkı Gary Neal’in Ege’de başlayıp Akdeniz’de devam eden ve ABD’de biten masalı gibi. McCalebb de benzer örneklerden biri. Esas hedefi NBA’e geri dönmek midir bilmiyorum ama bahsettiğim adımları Avrupa’da yeterince hızlı ve sağlam attığı da bir gerçek. Ahmet Kandemir’in veya ekibinin (Bu konuda farklı söylentiler olduğu için emin konuşmak istemedim) İlhan Cavcav modeliyle basketbolumuza kazandırdığı değerlerden biri de Bo McCalebb’ti. Chris Lofton ile birlikte TBL’de sıra dışı işler yapan McCalebb’in avantajı belki de uzun süre takım bulamamasıydı. Lofton Avrupa’nın en kaliteli ligi ACB’de forma şansı bulurken, McCalebb Fenerbahçe Ülker söylentileri ve basketbolu tüm yönleriyle özümsemiş elit Türk taraftarların homurtuları arasında ani bir kararla Palacio’nun boşluğunu doldurmak için Sırbistan’a uçtu. Palacio’nun keyfi davranışları ve Danilovic’i kızdırması bugün hem onun hem de McCalebb’in hayatını değiştiren en önemli olay oldu. Yapması gereken tek şey tıkır tıkır işleyen Partizan sisteminde dominant uzuna top indirmek, tempoyu ayarlamak ve gerektiğinde skorerlere yardımcı olmaktı. Bunları da fazla fazla yapıp, üstüne bir de savunma performansı koyunca Partizan’ı sırtlayıp en tepeye çıkarması çok da zor olmadı. Üç kupayla biten (Adriyatik Ligi, Sırbistan Ligi, Sırbistan Kupası) ve Paris’te boy gösterilen bir sezonun sonunda adı Barcelona, Maccabi Tel Aviv ve diğer büyüklerle anılınca da basketbol kamuoyundaki vizesi çıkmış oldu. O artık Avrupa basketbolunun değerli bir parçasıydı.

Yaz sezonu için genel kanı McCalebb’in tempolu basketbol oynayan Gershon’un Maccabi Tel Aviv’i, Ivanovic’in Caja Laboral’i gibi bir takıma gideceğiydi. Ama o nispeten daha dengeli olan Pianigiani’nin Siena’sına transfer oldu. Yıllardır Siena’nın lideri olan McIntrye’ın yerinde, yeniden yapılandırma sonrası artık o oynayacak. Pianigiani’nin McCalebb hamlesi önemli ancak bunu “yerinde” veya “başarılı” olarak değerlendirebilmek için henüz çok erken. Bunun sebebi de Partizan sisteminde 10 kaplan gücünde oynayan oyuncuların başka takımlara gittiklerinde birçok sıkıntı yaşamaları. Avrupa’da birçok takım “oyuncuya göre sistem” den ziyade “sisteme göre oyuncu” politikası benimsiyor. Bunu en güzel uygulayan iki takım da Partizan ve Siena. Yoksa hiçbir basketbol üstadı bana Slavko Vranes’in nasıl bu seviyede katkı verdiğini veya Siena’nın bir Eurolig maçında 20+ top çalma rakamına nasıl ulaştığını izah edemez. Bu açıdan Pianigiani’nin hesaplı ve planlı transfer politikasında McCalebb’in bu imzası onun için ilk adımda avantaj sayılabilir.

Pianigiani ve Dule’nin ayrıldığı en büyük nokta boyalı bölge politikaları. Vujosevic dominant ve güçlü bir 5 numaranın yanına atletik ve ayakları hızlı 4 numarayı tercih ederken, Pianigiani için uzunların paylaşmalı oyunu ve katkısı arka planda. Partizan’da 5 numara kilit adam iken, Siena’da uzun bir süredir aynı pozisyon görev adamı konumunda. Takıma bu yaz katılan Rakovic’i hem bir çok kez arşivdeki maçlardan, hem de Türk Telekom maçında Ankara’da canlı izleme şansım oldu. Klasik Pianigiani uzunundan farklı bir profilde gözükse de aslında pota altında ekmeğini savaşarak taştan çıkarabilen, oldukça güçlü ve boyalı bölgede sayı bulmada etkili bir uzun. (Yeri gelmişken bir dönem Murat Özyer’in Türk Telekom transfer listesinde olduğunu da ekleyelim.) Bu da Stonerook, Ress ve Marconato (basketbol için artık yaşayan bir ölü) gibi sırtı dönük etkisiz uzunların varlığında McCalebb’in Partizan’daki pasör kimliğini ortadan kaldırıyor. Takım savunması ve bireysel savunma konusunda Pianigiani’nin sistemine cuk oturan McCalebb , McIntrye’in kilit çözen skorer yapısından ise biraz uzakta. Dış şut istikrarları ise İtalya ve Tokyo kadar birbirinden uzak. Bu da Siena'nın yakın zamanda skorer bir guard alacağının işareti olabilir.

Avrupa’da parlayan yeni yıldız Bo McCalebb’in bu parıltılı ışıktaki en büyük soru işareti ise Real Madrid’in Velickovic’te, Panathinaikos’un Tepic’te veya Efes Pilsen’in Rakocevic’te yaşadığı rol problemiyle alakalı. McCalebb ne yeni McIntrye olabilir ne de Partizan’daki Bo McCalebb olabilir. Çünkü o artık Pianigiani’nin ve Siena sisteminin McCalebb’i. Değişecek kimliğinde beklentim savunma ve asist rakamlarının yükselmesi, sayı ortalamasının düşmesi yönünde. Özellikle de top çalma rakamı ciddi bir yüzdeyle artış gösterebilir.

Makedon vatandaşlığına geçmesinden bir gün sonra Siena ile söylenenlere göre yıllık 1,5 milyon dolara imza atması da bu işin aslında erkenden bittiğini, McCalebb’teki sessizliğin vatandaşlık işlemlerinden kaynaklandığını gösteriyor. Siena Partizan kadar mazlum olmasa da oyuncuların değerini arttıran, piyasalarını yukarıya çeken bir değer. McCalebb’in bu değirmende Zisis mi olacağı yoksa McIntrye’ın boşluğunu doldurarak yepyeni bir Siena efsanesi mi olacağı şu an için en büyük merakım.

15 Haziran 2010 Salı

Fransa'ya 'Kral' Olan Türk (Banu K. Yelkovan'dan Erman Kunter Yazısı)

0 yorum

Erman Kunter'in çoğu meslektaşından farklı olan yanlarını, duruşunu ve kültürünü daha önce çoğu yerde okumuştum. Bir yazı da bugün Banu K. Yelkovan'ın Radikal'deki köşesinden geldi. Kendisinden izin aldım. Nostaljik, oldukça güzel bir yazı. Ellerinize sağlık Banu Yelkovan.

Fransa'ya 'Kral' olan Türk

Kunter, Fransız spor basınına göre ‘Derebeyi’ havasındaki Cholet’yi ‘Kral’ yaptı.

Erman Kunter’le Paris Roissy havaalanının aktarma salonunda tanışmıştım, sene 1999. Fransa’da düzenlenen Avrupa Şampiyonası’na katılmak için Türkiye’den gelmiş, Nice uçağını bekliyorlardı milli takımcak. Ben de onlara mihmandarlık yapmak üzere Paris’ten kafileye katıldım. Kısa bir tanışma sonrası Nice uçağı, sonra otobüsle Antibes. Grupta Türkiye dışında İtalya, Hırvatistan ve Bosna-Hersek var. Fransızların coğrafi komşuları İtalya’ya özel bir ilgisi var. Türkiye’yle ilgilenmekle yükümlü lokal görevliler bile o zamanlar Bogdan Tanjeviç’in çalıştırdığı İtalya’yı tutuyor. İkinci favori Toni Kukoç’lu Hırvatistan. Kukoç Antibes’in sıcağını hiç hissetmiyor, kızlar etrafında pervane. Bosna-Hersek savaştan yeni çıkmış olduğu için sempatik. Bizim kredi sıfır.

Halka ilişkiler gurusu gibi
Sonra yavaş yavaş Erman Kunter etkisi giriyor devreye. Sadece sahada alınan başarılı sonuçlardan bahsetmiyorum. O ekip işi. Saha dışındaki Erman Kunter halkla ilişkiler gurusu gibi. Antreman ya da maçları yoksa ortalarda görünmeyen, hatta rivayetlere göre ilk fırsatta çok da uzak olmayan Monte Carlo’ya kaçan bir sürü süperstarın aksine genellikle boş zamanlarında otelin lobisinde takılıyor. İnsanlarla konuşuyor, şakalaşıyor. Basın toplantılarında kim ne soru sorarsa aynı dilden cevap veriyor, Türkçe’yse Türkçe, İngilizce’yse İngilizce, Fransızca’ysa Fransızca. Hani bir odaya girdiğinde kim olduğunu bilmeseniz bile, birisi olduğunu anladığınız insanlar vardır ya, Kunter onlardan. Bir süre sonra insanlar bana ‘koçu’ sormaya başlıyorlar. Kimdir, nedir? Bizim koç Antibes’in sevgilisi oluyor. Takımımız da iyi gidiyor doğrusu. Hırvatistan’ı yenerek büyük sürpriz yapıyoruz. İtalya’yı kılpayı kaçırıyoruz. Artık herkes Türkiye’yi tutuyor.

Gruplardan çıkması sürpriz denen bir takımken, önce Le Mans’daki eleme gruplarına, sonra Paris’teki son sekiz takım arasına kalıyoruz. En stresli maça giderken de rahat Erman Kunter, kaybettiğimiz maçtan sonra da esprili, basın toplantılarında. Arada sinirleniyorsa da hiç belli etmiyor. Canı gerçekten sıkıldığında kaşlarını havaya kaldırıp, omuzlarını silkeleyip, eliyle boşver yapıyor. Peş peşe sakatlıklar, oyuncu kaprisleri, son saniyede potadan dönen topla kaçan yarı final... Tarih o turnuvada 8. olduğumuzu yazıyor. Benim gibi içinde olanlar, bir saniyeyle yarı finalin, kim bilir, belki de finalin kaçtığını hala hatırlıyorlar.

Milli Takım neden olmadı?
Erman Kunter’le Galatasaray’ı çalıştırdığı dönemde karşılaşıyoruz bir-iki kere. Sanki kaşlar daha sık havaya kalkıyor, el daha çok boşver yapıyor ama gerisi aynı. Sonra bir kere de bu kış, komşum Bener’in daha önce aktardığı bir şekilde bir ocakbaşında... Cholet’yi anlattırıyoruz uzun uzun: “55 bin kişilik bir şehir. Çok rahatım. İşime karışan yok. Salon sürekli dolu. Ama bana bile her maçta sadece iki bilet veriyorlar. Karım, kızım, bir de arkadaşım gelse, üçüncüye bileti gişeden almak zorundayım.” diyor gülerek. Milli Takım işinin neden olmadığını anlatıyor. Olur böyle şeyler modu hâlâ etkin.

Fransızların deyişiyle Erman ‘Künter’ önceki gün Cholet’yle büyük bir başarıya imza attı. Ligin küçük sayılabilecek bütçelerinden biriyle, genç oyuncuları takıma monte ederek, bundan sekiz ay önce bir kulübü bile olmayan Mickael Gelabale’i final serisinin MVP’si yaparak, Cholet’yi tarihinin ilk şampiyonluğuna taşıdı. “Cholet uzun süredir vassaldı, artık Fransa Kralı oldu” cümlesiyle bitirmiş ‘Erman Künter’in zaferi’ temalı şampiyonluk yazısını L’Equipe. Gurur duydum.

Ergin Ataman, Oktay Mahmuti, Tolga Öngören, Murat Didin, Erman Kunter... Gittikleri ülkelerde başarılı olan, kupa kazanan, şampiyon olan, hatta Avrupa şampiyonlukları yaşayan Türk koçlar. Basketbolda başardığımızı futbolda neden başaramıyoruz acaba?

BANU K. YELKOVAN / Radikal

7 Haziran 2010 Pazartesi

Kazanan Panathinaikos Kaybeden Yunanistan

2 yorum

Maçla ilgili koyulacak en güzel resim bu. Kırılmış kapılar, koltuklar, boş bir salon ve kaybedilen şampiyonluk. Hayatımda belki de ilk defa bir maçı izlerken lanet olsun dedim. 21:30'da başlaması gereken maç gece saat 02:00'de sona erdi. Hem de hakem kararıyla süre bitmemişken. Bu maçın olaysız geçmeyeceği zaten belliydi. Olympiakos taraftarları forumlarında bu maçın bitmeyeceğini konuşuyorlardı. Serideki hakem kararları ve Diamantidis'in hareketine verilen ceza bardağı taşırmıştı. Ben de bir önceki yazımda seyircilerin cezayı kendilerinin vereceğini yazmıştım. Ama cezayı onlar mı çekti yoksa Panathinaikos mu dün gece gördük.

Ezeli rakiplerin taraftarları için önemli olan bir anlayış vardır. "Kendi evinde ezeli rakibine asla şampiyonluk turu attırtma." Bu mantık çerçevesinde hareket etti Yunanlar da. Daha maç başlamadan olaylar çıkmaya başladı. Salondaki arbedeler ve sahaya atılan patlayıcı maddeler yüzünden 40 dakikadan fazla bekleme oldu salonda. Ardından maç başladı ve daha üçüncü periyod bitmemişken Panathinaikos benchine atılan patlayıcı madde tekrar bütün ekibi soyunma odasına kaçırdı. Salonun boşaltılmasına karar verilse de bir grup taraftar salonda tecrit bölgesine yerleştirilerek maça devam edildi. 1 dakika kala Olympiakos geri dönülemez bir farkla geriye düşünce de "Benim evimde şampiyon olamazsınız!" isyanı başladı. Az kalsın tecrit bölgesinden Panathinaikos oyuncularının kafasına meşale isabet ettiriyorlardı. Onu başaramadılar ama maçın sonucunun soyunma odasında kararlaştırılmasını başardılar. Panathinaikos galip ilan edilince zor geçen sezonu yine en büyük ödülle bitirmiş oldu.

Yunanistan'da şiddet ve tribün olayları her zaman toleransla karşılanır. Ligin ağır ağabey takımlarının başında ülkenin ağır ve kodaman ağabeyleri olunca yaptırım uygulamak zor oluyor ama dünkü olayların artık bir milat olarak kabul edilmesi gerekiyor. Yunanlar "Bu kadar patlayıcı madde içeriye nasıl girdi?" diye kendilerini sorgulamalı ve yaralanma olmadı diye şükretmeliler. Dün olaylar çıktıktan sonra salonu boşaltmak için polisler seyircilere müdahale etmedi. Bunda hem maçın başında çıkan olayların, hem de tansiyonu yükseltmeme arzusunun önemli olduğunu düşünüyorum. Ama bu iyi niyetin karşılığı olarak ülkelerini utanç içinde bırakan sahneler aldılar.

Şimdi herkes nasıl bir ceza verileceğini ve Olympiakos'un alacağı kararı konuşuyor. Hafta içinde Angelopoulos kardeşler hakem kararları bu şekilde devam ederse ligden çekileceklerini söylemişlerdi. Panathinaikos cephesi de buna karşılık olarak "Her zamanki Olympiakos numaraları" demişti. Dün de sahada psikolojik savaşı iyi yürüten bir Panathinaikos vardı. Yeri geldi tansiyonu yükselttiler, itişip kakıştılar ve geri adım atmayacaklarını gösterdiler. Skor da lehlerine olunca herşey yolundaydı. Maça dair anlatacak hiç bir şey yok. Borousis olaylar çıkınca mikrofonu eline alıp "Böyle devam ederseniz Panathinaikos galip ilan edilecek. Salonu boşaltın, biz bunun üstesinden geliriz. OAKA'ya da şampiyonluk için gideriz." dedi ama başaramadılar. Taraftar da skoru böyle ilan etti.

Başaramadılar çünkü sahada bir an önce tatile çıkmak isteyen bir Teodosic vardı. Avrupa'nın en değerli oyuncusu takımını nasıl sahiplenmez, kendisine tüküren bir Yunan oyuncusuna 2000 dolar ceza veren bir ülke sahada nasıl satılır herkese gösterdi. Real Madrid'in onun için inanılmaz bir şekilde bastırdığı söyleniyor. Belki de işi bitirmiş, beni daha fazla yormayın demek istemiştir. Olympiakos'a yakın siteler Giannakis'in de öğle yemeğinde takımla vedalaştığını yazıyor. Kırmızılar için yeni bir dönem başlıyor.

Şampiyon Panathinaikos'u da kutlamak gerek. Kötü giden bir sezonu yine zaferle kapattılar. Onlarda da Obradovic'in yıllar sonra takımdan ayrılabileceği yazıyor. Günler ilerledikçe göreceğiz gelişmeleri. Bu sene Avrupa marketi hayli sıcak olacak.

6 Mayıs 2010 Perşembe

Bir Dilek Tuttum (Yiğiter Uluğ'dan Final Four Hikayesi)

5 yorum

Sevgili Mali yazı isteyince, arşivin tozlu raflarında şöyle bir dolaştım. Bu Final Four, yeni bir on yılın ilk adımı olduğuna, ileride “2010’lu yılların ilk büyük buluşması” olarak hatırlanacağına göre, “2000’li yıllar nasıl geçmiş, kim, ne yapmış bir bakayım” dedim.

Yarı finalin ilk ayağında, kaderin bir cilvesi, 2000’li yıllarda Avrupa basketboluna damgasını vurmuş dört takımdan ikisi karşı karşıya gelecek: Regal Barcelona-CSKA Moskova. İstatistiklere göre, bu iki devi geride bırakabilecek kadar başarılı iki takım var sadece; Panathinaikos ve Maccabi. 2000’li yıllarda 5 kez Final Four görüp, 4 şampiyonluk kupası kaldıran Panathinaikos ile 6 kez Final Four’a katılma başarısı gösteren ve 2 şampiyonluk onuru yaşayan Maccabi, Paris’te yok. İkisinin de yoluna mayın döşeyen direnişçi aynı aslında: Partizan.

Bu sezon oynadığı akıcı basketbolla taraflı-tarafsız bütün kalpleri kazanan, ezeli rakibi Real Madrid’i her defasında karşısına çıktığına çıkacağına pişman eden “istikrarlı” Barcelona, 2000’li yıllarda 4 kez Final Four’a tırmanmış ve bunlardan sadece birinde (2003’te kendi evinde) kupayı kucaklayabilmiş.

CSKA Moskova ise hem Final Four sayısında, hem de şampiyonluklarda rakibinin birer adım önünde. Rusya’nın köklü temsilcisi, son 10 senenin 6’sında Final Four oynamış ve 2 şampiyonluk görmüş (2006 ve 2008)

Yarı finalin diğer ayağında, uzun süredir büyük sahneye hasret kalan, hele 2000’leri neredeyse tamamen “boş geçiren” iki ekibi izleyeceğiz. 90’lı yıllarda Yunan basketbolunda çok daha dengeli bir rekabetin baş aktörlerinden biri olan ve 1997’de David Rivers’lı unutulmaz kadrosuyla ilk ve tek Avrupa Şampiyonluğunu kazanan Olympiakos, 2000’lerde sadece bir kez Final Four görebildi; o da geçen sene… Genelde transfer şampiyonluklarıyla anılan ama Mayıs ayı geldiğinde ortadan kaybolan “Kızıllar” bu defa bu tabloyu ters çevirmek için sahaya çıkacak. Karşılarında sezonun, hatta belki de son on yılın en sürpriz takımı var: Partizan. 1992’de İstanbul’da Djordjeviç, Daniloviç ve Rebraca’lı kadrosuyla devlere diz çöktürüp şampiyon olan… O mucizeyi yarattıktan ve 1998’de son kez Final Four oynadıktan sonra basketbol aleminin zirvesine dönmek için uzun yıllar bekleyen… Bu arada Tomaseviç, Drobnjak, Koturoviç, Beriç, Lukovski gibi gelecekte uluslar arası alanda tanınacak isimleri piyasaya süren Belgrad’ın basketbol okulu.

O okuldan mezun olan Obradoviç’ler, Djordjeviç’ler, Daniloviç’ler, Divaç’lar gittikleri yerlerde büyük başarılara imza atarak, belki de sayamayacakları kadar çok paranın sahibi oldular ama bir tek adam, savaş nedeniyle kötüleşen koşullara rağmen ocaktan ayrılmadı: Dusko Vujoseviç. 1988’de Partizan tarihindeki ilk Final Four’u oynarken de siyah-beyazlı takımın başındaydı, bugün de orada. Son olarak yetiştirip parlattığı Luka Bogdanoviç, Milenko Tepiç, Uros Tripkoviç, Novica Velickoviç’i de yüksek bütçeli Avrupa takımlarına kaptırmış olmasına rağmen, tıpkı mitolojideki Sisyphos gibi yine inanılmaz bir emekle, başkalarının burun kıvırdığı “vasat” oyunculardan (mesela Türk basketbolseverlerin çok iyi tanıdığı Rasiç ve Kecman, geçen yıl Mersin’in tutamadığı McCalebb) yenilmesi çok güç bir takım yarattı. Bu heyecan verici takım, ben dahil tüm tahmincileri yanıltarak önce Panathinakos’u, sonra Maccabi’yi uçuruma itti. Aynı şeyi neden bir daha yapamasınlar?

Paranın genelde son sözü söylediği, kazananın her şeyi aldığı şu kavanoz dipli dünyanın gidişine ara sıra diklenen adamları çok seviyorum ben… Onun içindir ki, 21. Yüzyılın Sisyphos’u Vujoseviç’in, Partizan’ınını 9 Mayıs akşamı şampiyon görmek istiyorum. Biliyorum, çok romantik bir dilek bu. Futbolda romantizme bir ölçüde yer var da, basketbolda olasılıklar çok düşük.

Olsun, Mali “Bana bir yazı yazar mısın abi?” dedi, ben de bir dilek tuttum işte...

Yiğiter ULUĞ

Yoğun programında zaman ayırıp mutlu ettin bizi, bir kez daha ellerine sağlık Yiğiter Abi..

7 Nisan 2010 Çarşamba

Yüksek Takım Mühendisi Messina

2 yorum

ADNAN ONARAN

F4 için sezon başı planlamalar yapılırken, Ettore Messina'nın çalıştırdığı takımlar her zaman için erken rezervasyon hakkı olanlardandır.. Zaten son 11 yıldaki finallerin 7'sinde o ve takımlarının bulunması bunun bir kanıtı. Final-four'daki ilk maçların hiçbirini kaybetmediği de bir dipnot.. Peki bayram değil seyran değil neden bu adam Barcelona’ya elenmiş Real Madrid’in koçuyla ilgili yazı yazıyor diyebilirsiniz.. Birkaç nedeni var. Bunlardan bir tanesi kim ne derse desin hatta kendisi bile sıklıkla dile getirse de Messina’nın gelecek sene şampiyonluklar kazanmak üzere bir takım kurduğuna, prensesin kurbağayı öptükten sonra bir prense dönüşeceği kadar inanıyor olmam.. -Tabii felsefesini takım üzerinde her yıl kusursuzlaştırdığını ve başarıya bir adım daha yaklaştığını kabul etmekle beraber..-

Yazının bir diğer nedeniyse Messina’nın Avrupa ve belki de dünya basketbol tarihinin en iyi takım mühendisi olması.. Bu ne mi demek ; takım kurarken, tombala çekmeden nokta atışları yapmak demek.. Bu da mühendislikle ilgili bilinen en meşhur sözlerden olan "Bir aptalın iki dolara kötü yaptığı bir işi bir dolara iyi yapma sanatı" lafıdır.. 4 Eurolig şampiyonluğu var Messina’nın 2 Bologna ve 2 CSKA’yla.. Her ikisinde de dümene geçtiği ilk sezon şampiyonluk yaşaması da o yüksek mühendisliğin eseri işte. Çünkü İtalyan takımının başına geçtiği ilk sezon Daniloviç, Crippa, Nesteroviç, Sconochini, Rigaudeau, Frosini, Amaechi takviyeleri var ki bunların 3’ünü ilk 5’te tamamını da ana rotasyonda yer aldığını unutmamak gerek.. Yani Kinder Bologna’daki şampiyonluk bilançosunda ilk 5’in %60’ı takımın ise %63’ü bir önceki sezona göre yepisyeni..

Gelelim CSKA’ya.. Rus takımına gelirken zaten enkaz devraldığını kimse söyleyemez ama anlaşılan 2001’den 2006’ya dek 3.’lük ile son 8 arasına sıkışan CSKA’nın sınıf atlaması için gerekli hamle o ve onun tercihleriydi.. Çünkü bu süreçte koçlar Ivkoviç (2002-05) ile Tikhonenko (2000-02), oyuncular da Papalokas’tan Holden’a, Savrasenko’dan Andersen-Pashutin’e kadar önemli isimlerken ve bu süreçte değişen parçalar Khryapa, Monya, Kirilenko, Einikis, Giriçek, Mirsad, Victor Alexander, Songaila, Tarlaç, Marcus Brown iken F4 cenderesinden bir türlü galip çıkamayan CSKA, Messina ve 4 ek parçasıyla ilk sezonunda şampiyonluk yaşadı. Yine ilk 5’in 3 ismini (Langdon, Vanterpool ve Smodis) değiştirdi Van Den Spiegel ise geniş rotasyonda ortalama verimli bir 12 dakikanın sahibi oldu..

Real Madrid’de ise adeta bahar temizliğine girişti ve herkesin bu köklü değişimi (Prigioni, Kaukenas, Garbajosa, Hansen, Lavrinoviç, Veliçkoviç, Vidal) kastederek hedefi gelecek sene olarak göstermesi gayet doğal. Başa dönmek gerekirse, sezon içindeki transferlere Gregory House’un hastalarına baktığı kadar sıcak bakan Messina’nın önce Jariç sonra da Tomiç hamleleri alenen olmasa da onun söylediğinden çok daha fazlasını istediğini net bir şekilde ortaya koyuyor. Bu hedefe ulaşamamak onun mühendisliğine zarar vermeyecek olsa da Real’in Barça’ya elenmesiyle oldukça etkileyici olabilecek bir istatistiğin sonunun geldiğini de üzülerek söylemek gerek..

11 Mart 2010 Perşembe

Efsane mi Dediniz? (Selçuk Ernak'tan Vujosevic Yazısı)

4 yorum

Banvit'in eski koçu ve şu anda da altyapı koordinatörü Selçuk Ernak'ın yurtdışı çalışmalarının ayaklarından biri yakın zamanda Partizan kulübüydü. Selçuk Hoca geçirdiği iki haftanın sonunda ilk izlenimlerini Vujosevic yazısıyla aktardı. Son dönemin en popüler isimlerinden olan Vujosevic çok konuşuldu, çok yazıldı ama Selçuk Ernak Dule'nin bilinmeyen yönlerini bizlere aktardı. Selçuk Ernak'tan yazıyı yayınlamak için izin aldım ve sizlerle paylaşmak istedim. Türkiye'de koçların böyle plan ve projelerle çalışmalar yaptığını görmek de ayrıca gurur ve mutluluk verici. Bu açıdan da Selçuk Ernak'ı bir kez daha takdir ediyor, tebriklerimi iletiyorum ve yazısıyla sizi başbaşa bırakıyorum. Ellerinize sağlık hocam.
------

EFSANE Mİ DEDİNİZ?

Yaratıcı bir milletiz biz; efsane, polemik, skandal, bir günde “star”...Kolay üreten, çabuk tüketen ve malesef hiç hafızada tutamayan ama çok çok yaratıcı bir millet. Onun içindir ki “ efsane” diye anılan biri varsa dudak bükmek doğaldır bizim için, zaten hak ederek bu sıfatı alabilen varsa, bunu kabul etmeyen ve rahatsız olandır ancak. Ama demiştim ya; her köşede bir sihirbaz, imparator yada efsane çıkabilir karşınıza, en basit açıklamasıyla “burası Türkiye”.

Efsaneleştirilmek hatta putlaştırılmak istenen bir adamı daha yakından tanıma fırsatı buldum son 3 haftada. İşin enteresan yanı sadece basketbol sahasında değil sosyal kimliğiyle de topluma yön veren, öğretisi olan ve sonsuz sevgi kazanmış bir adamı…

Kulübüm Banvit Basketbol Kulübü’nün üst yönetiminin öngörüsü ve desteğiyle, tüm senesini Belgrad’da geçirecek Türk altyapı antrenörü, Dusko Vujosevic’ in Türkiye’ deki manevi oğlu Kemal Vatan’ ın aracılığıyla, 20 Şubat’tan itibaren 2 haftamı Partizan takımıyla geçirdim. Basketbolla ilgili eklediğim birikim bir yana, kafamda antrenör ya da daha belirginleştireyim “Yugoslav kökenli antrenör” imajına oldukça aykırı bir resimle karşılaştım bu süre zarfında. Sizlerle bu farklı, her zaman rastlayamayacağımız yönlerini paylaşmak istedim, özellikle de basketbol sahasının dışında olanları.

Hep anlatılan ve birçoğumuzun şahit olduğu bir hikaye vardır aslında. Hikaye şöyle başlar; ”Dule sahaya girdiğinde ona duyulan saygı o kadar büyüktü ki, Pionir Salonu’nun dolu tribünleri onu ayakta elleri patlayıncaya kadar 15 dk alkışladılar… ” Evet, Pionir Salonu’nda Belgrad’ın göbeğinde böyledir, ama Radivoj Korac Kupası için Niş’te FMP Zeleznik takımına karşı oynanacak finalden önce salonda yerlerini alan taraftarlar niçin, ondan önce salona giren ve tribünde yerlerini alan Bora Stankovic, Dusan Ivkovic, Sasa Djordjevic, P.Danilovic, Dejan Tomasevic gibi ülkelerini, sahalarda, uluslar arası saygın kurumlarda, dünyanın en güçlü lig ve kulüplerinde temsil etmiş, evlerindeki vitrinleri altın madalyalarla dolu bu generallerin toplamından daha çok alkışla ödüllendirmişti? Bunu kuşkusuz sadece kazandığı şampiyonluklar, gurur verici galibiyetler ve yetiştirdiği oyuncularla açıklamak bana çok mantıklı gelmiyor. Çünkü ertesi gün gazeteleri süsleyen kupa fotoğraflarının üstünde “eğer ihtiyacı olsaydı salondaki 6 bin kişi o gün Dule için böbreklerini vermeye hazırdı” yazmazdı bence.

"Sırbistan’ ın %60’ ı Kızılyıldız’ lı, %30’ u Partizanlı, %10’ u da ateisttir” şeklinde tarif edilen bir ülkede, Karadağlı olup, Karadağ milli takımını çalıştırıp, kendine yöneltilen gayet spekülatif “vatanınız hangisi?” sorusuna “benim vatanım PARTIZAN” cevabı veren bir adamdan bahsediyoruz. Belgrad’ daki en büyük 2 kitapçının en önemli müşterisi olan bir adamdan… Son 2 sezonda 1300 civarı kitap satın alan derin bir adamdan… Oyuncularını ruhsal ve sosyal ihtiyaçlarına göre okumaya mecbur bırakan, onları kitaplarla durmaksızın ödüllendiren ve görevlendiren bir adamdan… Hatta Pekovic’e verdiği ve okunmayacağından emin olduğu kitabın arasına 500 Euro koyup, kitapla beraber geri aldığı anlatılan bir adamdan… Onların zihinlerini kontrol edebilmek ve geleceklerini ellerine teslim etmiş bu gençlerin doğru yoğrulabilmeleri için saha dışında da eğitimi bırakmayan bir adamdan… Rakip kulübün başkanını veciz küfürleriyle taciz eden ateşli taraftarın üstüne yürüyen bir adamdan… Sosyal demokrat fikirlerini maç sonrası röportaj ve basın toplantılarında söylemekten kaçınmayan bir adamdan… Resim sanatı konusunda bilgisine başvurulan bir basketbol adamından… Sırbistan ve Karadağ cumhuriyetleri ayrıldıkları sene “ sizce yılın en önemli politik olayı nedir?” sorusuna “ Fidel Casto’ nun hayatta kalması” cevabı veren bir adamdan. Haydi Türk gibi bitireyim “adam gibi bir adam” dan bahsediyoruz.

Bir çok iyi antrenör tanıma ve beraber çalışma fırsatım oldu ama kendi yaşadığı topluma bu kadar etki edebilen biriyle ilk defa tanışma fırsatı buldum. Yaptığınız işin ne olduğundan çok çevrenizi ve toplumunuzu ne kadar etki altına alabileceğiniz sorusu ilk defa kafamda bu kadar kalın harflerle yazıldı. Spor veya başka bir iş kolunda ne kadar büyük bir aura yaratabilirsiniz? Evet haklısınız cevap arayacağımız çok soru var . Teşekkürler Dusko Vujosevic; ta oradan bizi bu kadar etkileyebildiğin için, biliyorum ki 11 Mart akşamı senin tur atlamanı isteyecek bir çok insan var burada.

Selçuk Ernak

13 Ağustos 2009 Perşembe

Dolar Hocam Dolar

0 yorum

Kerem Gönlüm olayı sonrası İngiltere'ye giderken Tanjevic açıklamalar yapmış. En ilgi çekici olanı "Böyle bir oyuncunun yerini doldurmak çok zordur. Bizim planlarımız sarsıldı." olmuş. Doğruluk payı var elbette. Pota altında önsezi çok önemlidir. Çeviklik ve savaçşı ruhla birleşince ortaya özel oyuncular çıkarır. Kerem Gönlüm de bu özel oyunculardan bir tanesi. Ancak hiçbir oyuncunun yeri dolmaz değildir, bunu en iyi bilen koçlardan biri de Tanjevic'tir.

Tanjevic'in ilginç kararlarına, duruşuna, geçmişine, başarılarına en çok saygı duyan ve onu en çok seven isimlerden biriyim. Bazı oyuncuların hataları olmuş olabilir, takım kimyasını bozmuş olabilir, çok konuşmuş olabilir. Bunların hepsine tamam. Ama bir basketbolcunun 15 yıllık kariyerinde iniş çıkışlar olur, hataları olur, zaferleri olur. Önemli olan bir hoca olarak yanlışları düzeltmek, oyuncuları kazanmaktır. En önemlisi de hataları kabul edip hatalardan dönmektir. Kerem Tunçeri tercihini bir hata olarak kabul edip geri döndü Tanjevic. Karşılığını mutlaka alacaktır.

Mehmet Okur belki uç bir örnek, yaşananlar nedir bilmiyoruz ama basketbol altyapımız futbola göre fersah fersah ilerde. Cemal Nalga'nın, Barış Hersek'in, Fatih Solak'ın, Engin Atsür'ün aday kadroya çağrıldığı bir Milli Takım'da Kerem Gönlüm'ün yeri de dolar hocam, yeter ki herkes hatalarından ders çıkarmayı bilsin. İsim zikretmek bizim işimiz değil.

Ettore Messina ve Yepyeni Real Madrid

1 yorum

Yıllarca Eurolig'de değişikliğine pek tanık olmadığımız şeyler vardı. Messina'lı CSKA listenin başında yer alıyor desek pek şaşıran çıkmaz herhalde.

Messina'lı CSKA oyun disiplininden hiçbir zaman kopmayan, mükemmele yakın bazen de mükemmeli aşan savunma yapan, Papaloukas'ı benchte başlatıp sonradan oyuna alarak 18-25 dk arası süre veren, yine Andersen'i kenardan başlatarak Van Den Spiegel ve Savrasenko'yu oynatıp bizleri dehşete düşüren, kadrosuna asla süperstar denilebilecek bir 5 numara katmayan, evinde maç kaybetmeyen bir takımdı. Daha bir çok özellik sayabiliriz ama bunlar en çok akılda kalanlar. Son dönemde Lorbek, Khryapa, Planinic ve Siskauskas gibi isimleri kadrosuna katmasına rağmen ondan önceki senelerde bildiğinden pek şaşmadı Messina. Müthiş otoritesi ve tecrübesiyle bu kadar yıldızın olduğu bir takımda su yüzüne çıkan tek bir ciddi kaos ortamı oluşmasına izin vermedi. Adı NBA ile geçerken Real Madrid'le sözleşme imzaladı ve kendisini tanımayanlar için "Ben geldim" mesajlarını ve demeçlerini vermeye başladı.

"Disiplinli bir takım istiyorum."


"I have had good teams at good clubs, with people who know how to help and build a team. The way you build a team in modern day sports is more important than how you coach it."

"İyi klüplerde iyi takımlara,yardım etmeyi ve takım kurmayı bilen insanlara sahiptim.Modern sporlarda takımı kurmak onu yönetmekten çok daha önemlidir."

Gerek bu sözler, gerekse yeni takımıyla ilgili gelen bir soru üzerine verdiği cevap temizliğin de sinyalini vermiş oluyordu;

"I don't have a team because we are still building it."

"Takımım yok çünkü hala onu kurma aşamasındayız."

Göreve gelir gelmez de transferler ardı ardına geldi. Hansen, Kaukenas, Lavrinovic, Velickovic. Sırada Prigioni ve Garbajosa'nın olduğu söyleniyor. Devamı da gelecektir şüphesiz. Gidenler Raul Lopez, Alex Mumbru, Kennedy Winston. Her ne kadar ona inancım tam dese de Hervelle de gidenler listesine dahil olacak. Massey ve Marko Tomas da bu isimlerden olabilir. Hatta Tomas ve bir miktar para karşılığı Estudiantes'li genç yetenek Carlos Suarez'i kadroya katmak istediği konuşuluyor.

Messina'nın tarzı bu. Şov yapan, takım oyunundan uzaklaşan ve sadece bir konuda yetenekli olan oyuncuyla onun işi olmaz. Raul Lopez'in oyun kurması yetmez. Papaloukas gibi savunma yapabilmeli, Kaukenas gibi istikrarlı bir atıcı olmalı. Mumbru gibi "pota altına yardım ederim, boş buldum mu üçlük atarım" felsefesinde değil Smodis gibi savaşan, ribaundu söküp alan, boş buldu mu atmayıp öldüren oyuncu lazım ona. Reyes gibi her işi yapan takımın yükünü çekebilen, Bullock gibi sorumluluk alabilen oyuncuyu kadrosunda görmek ister.


Messina hedefi koymuş "Final Four". Henüz lig şampiyonluğundan pek fazla bahsetmiyor ama birkaç sene içinde tüm liglere ambargo koyması pek sürpriz olmaz. Ne Kleiza, ne Rakocevic ne de bir başkası, bana göre Avrupa'da yılın transferi Ettore Messina'dır. Avrupa'nın en iyi ve en tecrübeli koçlarından biri olmasının yanı sıra çok büyük bir avantajı daha var. Başka koçlara bu imkanları sağlayacak ikinci bir Florentino Perez yok...

 
Maliano - Kaynak göstermeden çalan çırpan Schortsanitis'in altında kalsın...