Sitedeki bütün yazılar tarafımızdan hazırlanmaktadır. Kaynak göstermeden çalan çırpan Schortsanitis'in altında kalsın.

13 Şubat 2012 Pazartesi

Körler Sağırlar

Basketbol hem kısa hem uzun vadede oldukça dinamik bir spor. Dengeler 1 yıl içerisinde şaşırtacak ölçüde değişebilirken 10 yıllık bir süreçte bazen öyle yıkımlara şahit oluyoruz ki, gözler görse de inanmakta güçlük çekebiliyor. 2000'lerin Kinder Bologna'sını anıyorken 50'lerin Rock&Roll furyasından, 80'lerin Cantu hakkında konuşuyorken Mussolini’nin İtalya’sından konuşuyormuş gibi hissetmeniz olası.

Özellikle 2000’lerin başından sonra paranın ve paranın kokusunu takip eden sponsorların Avrupa basketboluyla içli dışlı olması, Euroleague’i Şampiyon Kulüpler Kupası havasından çıkarıp artık bugün izlediğimiz NBA prototipine dönüştürdü. UEFA’nın Şampiyonlar Ligi adı altında oluşturduğu ekonomik süper gücü yaratırken kullandığı politikanın bir benzerini, ULEB basketbolun Avrupa’daki popülaritesinin sınırları çerçevesinde Euroleague markası üzerinde uygulamaya uğraşıyor. Futbolun muhasebesini yapan Deloitte ve benzerlerinin basketbol pazarına el atmasının muhtemel göründüğü yakın dönemde, değişime ayak uyduramayan yerini kaybedecek, ya da en iyi ihtimalle bir biblo edasıyla  olup biteni bir köşeden izleyecek. "No Country for Old Men."

Peki bu yeni düzende Türk basketbolu ve onun baş aktörlerinin yeri ne olacak? Hatır gönül ilişkileriyle yürüdüğü dünyanın öteki ucundan  rahatlıkla görünen düzen aynı rayın üzerinde tıngır mıngır ilerleyip birilerinin ceplerini doldurmaya, birilerine ise koltuk sahibi olma tatminini sonuna kadar yaşatmaya devam mı edecek?
Ülkenin şüphesiz en önemli basketbol değeri Efes Pilsen, ya da son dönemdeki adıyla Anadolu Efes’in, ilk paragraftaki kriterlerin Türkiye’deki en istikrarlı tedarikçisi oluşu, şu an saha içi ve kenarındaki duruma göz ucuyla dahi bakıldığında önemsiz bir detay halini alıyor. 30 yıldır basketbolu sahada ve saha dışında tek başına domine eden bu kulübün, bugün maç önceleri liselere gönderdiği otobüsler ve bedava biletler olmasa, oynadığı salona 1000 kişi toplayabilecek bir sosyal gücü ve örgütü yok. Bunun suçunu “vasıfsız” Türk futbol taraftarına yıkmak işin kolay olanı; ancak taraftar çekmeyi geçin, oraya giden bir avuç kendini adamış insanı dahi iten bir yönetim politikasının, Efes adı altında üretilen biralardan dahi kötü bir saha içi organizasyonu yaratmayı destur edinmesi hiç sürpriz değil. Saha dışı etmenler, saha içindeki adaşlarını Türk spor tarihinden alışageldiğimiz üzere yine önemsiz detaylara çeviriyor. Olympiakos karşısında yaşanan talihsizliklerin (!) arasına serpiştirilen “Senden Daha Güzel" özür kampanyası ise kafalarda işte bu noktada somut bir forma giriyor. Ucu açık bırakılan kısım neyin ya da kimin güzel olduğu, boşlukları doldurmak ise bize kalmış. “Kafan çok güzelmiş canım, güle güle kullan.”

Türkiye’de Ufuk Sarıca olmak zor; ancak nedense Ufuk Sarıca’yı eleştirmek daha zor. Vujacic atamıyor, Batista ve Barac tutamıyor, Kinsey çok sakatlanıyor, Efes Ersan’ı özlüyor. “Kadro yanlış kuruldu” isimli hit parça herkesin dilinde olan; ancak söz-müzik kime ait nedense hiç kimsenin haberi yok. Kadronun biçimsizliği Serdar Ortaç’ı işaret etse de sorumlular ortada; ancak yazıda birazdan sırası gelecek olan Fenerbahçe’nin aksine sorumlular parmakla gösterilip idam sehpasına oturtulmuyorlar. Koçun adı ya Ufuksz Sarıdja olsaydı farklı olur muydu, işte bütün mesele bu…

Basketbolu 2000’lerin başından beri dikkatli takip eden herhangi birine “En çok neyi ya da kimi özlediniz?” sorusunu sorsanız size vereceği ilk üç cevaptan birinin içerisinde Bologna kelimesi geçecektir. Aynı soru bundan 10 yıl sonra sorulduğunda verilecek cevabın “Efes” olmaması, basketbolun en bağımsız değişkeni yapılmaya ve dışarıda bırakılmaya çalışılan birçok basketbol taraftarından sadece biri olan benim tek temennim.

Ringin öteki ucunda ise şehrin diğer yakasında, bambaşka bir hikayenin öznesi olan ve bambaşka değerlere sahip bir kulüp var. Bir salon hikayesi dillerde dolanıyor, yeni ve güzel bir salon. Ataşehir’in siteleri arasında modern bir kolezyum havasıyla etrafına selam duran Fenerbahçe'nin bu yeni mabedinin mottosunun da Ali Ağaoğlu imzalı olması sürpriz değil: “Yaptım, oldu!” Fenerbahçe’nin değil, Ülker’in domine ettiği bu yapıda gözünüz sarı ve laciverti yan yana aradığında, sus payı olarak elinize bir adet Ülker Metro tutuşturuluyor. Yaptım olduculuk bu ülkede her alanda “Yaptık işte, buldun bunma” mantığıyla özdeşleştiği için artık durum kimse tarafından garipsenmiyor bile. Dolayısıyla da sevgilisinin peşinde salona gelen taraftar, karşısında şişme bebek buluyor. Kel başa şimşir tarak misali.

Efes’in olmayan taraftarına uzaklığı ve bunu açık açık dile getirmesi, Fenerbahçe’de olan taraftara yapmacık bir yakınlık olarak tezahür ediyor ki, hangisi  daha kötü karar vermek kolay değil. Fenerbahçe, ilk paragrafın da konusu olan Avrupa basketbolundaki dönüşümü şu anda en sancılı yaşayan kulüp ve saha içindeki işlerin berbat gitmesi, 7 aydır kendi Survivor’ını yazıp yöneten taraftara pek yardımcı olmuyor. Spahija’nın meşalesindeki ateş söneli epey zaman oldu, taraftar da görüntüye bakılırsa artık adadaki son günlerini yaşıyor.

Fenerbahçe “Ülker”in basketbolda Efes kadar güçlü bir geleneği yok. 2007’ye kadar tek lig şampiyonluğu, Euroleague’de oynanmış bir tam sezonu ve bir Türkiye Kupası olan bir takımdan bahsediyoruz. 2007’de 100. yılda gelen 2. Şampiyonluğun bir gurur değil alttan alta bir utanç vesilesi olması gerekliliği, bu ülkede kimsenin üzerine pek kafa yormadığı bir konu iken, Türkiye’nin her dalda en büyük “spor” kulübü olduğunu her fırsatta iddia eden bireylerle dolu bir oluşumun aklına basketbolun 100 yıl sonra gelişi ise kimsenin sormadığı bir soru. Ancak ve ancak, zarardan geç de olsa dönmeyi bir şekilde başaran Fenerbahçe’de yapılan hamleler 100 değil, 5 yıllık tarihi olan bir kulübe dahi yakışmayacak seviyede.

6 ay Vidmar’ı, 6 ay Mirsad’ı, 1 sene Engin’i, arada da kısa dönemlerde Ukic, Tomas ve Kinsey’i bekleyen, kurtarıcı olarak sürekli birinin yolunu gözleyen Fenerbahçe'de yeni moda umutları Ertuğrul Erdoğan’a bağlamak. Spahija saç stiliyle Professor X’i andırsa da ikilinin arasındaki benzerlik bununla sınırlı. Zira Spahija’nın oyuncuları üzerinde gün itibariyle hiçbir kontrol gücü kalmamış durumda. Bandırma Kırmızı mağlubiyetiyle birlikte buzdağının görünmeyen kısmı da yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başladı ki artık Fenerbahçe’nin kurtarıcı olarak Ertuğrul Erdoğan'dan ziyade bir süper kahramana ihtiyacı var. Stan Lee'nin boşta olduğu ve Fener koçluğuna sıcak bakabileceği gelen haberler arasında. Lee pick&roll savunabilen bir pivot, oyunu kurabilen bir oyun kurucu ve savunma yapabilen bir de forvet çizerse, işler bir anda değişebilir. Neden olmasın?

Önemsiz bir detay, bu iki takım yarın Türkiye Kupası Çeyrek Finali’nde birbiriyle karşılaşıyor. Kırmızı köşe körlerin, mavi köşe ise sağırların. Umrunda olan?

6 yorum:

erk dedi ki...

Üslup hoşuma gitti, eline sağlık

endorfin dedi ki...

şu noktada veya sezon sonunda svetislav pesic kızılyıldızdan koparılabilir mi?

marajaha dedi ki...

ellerine sağlık dostum. ne güzel yazmışsın...

gmike dedi ki...

gerçekten çok güzel bir yazı olmuş özellikle sarıca ile spahija arasındaki farkı anlattığın bölüm türkiyede (taraftar ve basın) spora bakış açısını özetliyor

murat ozen dedi ki...

cok güzel olmuş.. ben teamsystem bologna ve pau orthez'i de arıyorum..

Yorumsever dedi ki...

Ufuk sarıca e.l den de elendikten sonra artık çıkıp da .'bbl de şampiyonluk kazandık işte daha ne olacak?' gibisinden bir şeyler söyleyip de efesin başında kalması çok zor.Ha bu arada bu oyunla şampiyonluk da çok zor. Efesin artık gelecek sezon için 1.sınıf bir guard ve iyi bir 4 numara alması gerektiğini düşünüyorum.Yoksa gelecek sene de bundan farklı olmaz.

 
Maliano - Kaynak göstermeden çalan çırpan Schortsanitis'in altında kalsın...