Sitedeki bütün yazılar tarafımızdan hazırlanmaktadır. Kaynak göstermeden çalan çırpan Schortsanitis'in altında kalsın.

13 Eylül 2011 Salı

Kendi Dünyasında Hep İkinci Kalanların Hikayesi

Keskin bir dille bitiriyoruz cümlelerimizi... Üstelik hukuk sistemi bu kadar yavaş ve şüpheli işleyen bir ülke için sözkonusu spor olduğunda tek celsede bu kadar hızlı hüküm vermemiz şaşırtıcı değil mi? "X oyuncu değil" , "Y takımı sattı" veya "Z'den koç olmaz, kim getirdi bunu başımıza"... Benzerlerini sıralamak mümkün. Bu işle amatör olarak ilgilendiğimi bilen dostlarım, iş arkadaşlarım turnuva başından sonuna kadar hep aynı cümleyi kurdu bana; "Bizim takımdan hiçbir şey olmaz." Haklısınız deyip geçtim sadece. Çünkü cümlelerin hiçbiri "ama" veya "çünkü" ile devam etmedi. 2010'da Sinan Erdem'de de "ama" ve "çünkü" ile devam etmeyen cümleleri tartışmamıştım.

Fırtına aslında Almanya'daki hazırlık turnuvasında değil İzzet'in kadroya alınmasında başladı. Tüm hazırlıklarını tamamlamış ve kamplaşmak için hakemin düdüğünü bekleyen bir millet için beklenen ses erken gelmişti. "Torpille gelen Orhun Ene kendi oyuncusuna torpil yapıyor." cephesi beyaz köşede, "Orhun Ene kendi sistemine göre tanıdığı, bildiği oyuncuyu aldı" cephesi kırmızı köşedeki yerini almıştı. "Tamam İzzet kadroya alındı ama kimdir bu çocuk, vasıfları nelerdir, Orhun Ene acaba neyi düşünerek kadroya aldı" cephesi ise iki köşeden gelen "Kenara çekil yoksa kör kurşuna kurban gidersin." uyarıları arasında kayboldu. Millet olarak artık turnuvaya hazırdık. Mağlubiyetlerde takımımızı demir sopalarla dövüp, galibiyetle kırmızı güllerle alkışlayacaktık. Başardık da...

Bu ortam Tanjevic döneminden kalma bir miras değil. Tanjevic'in bayrağı devraldığı ve Orhun Ene'ye devrettiği bir gelenek. Tanjevic bir turnuvada omuzlarda, bir diğerinde ayaklar altındaydı. Yaptıkları ve en son ülkeye kazandırdığı gümüş madalyayla bile görmediği sevgiyi, saygıyı hastalığı sayesinde görmüş bir basketbol emekçisiydi. Öyle ki, Tanjevic kamplaşma merkezinin dışında kaldığı için zamanında günde üç öğün Tanjevic'in kulaklarını çınlatan insanlar Orhun Ene'yi eleştirirken kendilerine bir taraf seçmek zorunda hissettiklerinden düşünmeden Tanjevic'in arkasındaki yerlerini aldılar. Samimiyetsizlik değil bu aslında, aşırı duygusallık. Konuya hakim olmadan hakim kesilmenin verdiği duygusal bir hüküm...

 Turnuva boyunca beni rahatsız eden de işte bu kamplaşmanın ta kendisiydi. Mağlubiyette iki satır eleştiri yazanlar "Pusuda bekleyen tilkiler" muamelesi görürken, galibiyette iki satır övgü yazanlar "Kötü günde neredeydiniz!" diye linç kültürüne kurban seçildi. Oysa ki artniyet içermeyen, yapıcı eleştirilere bu ülkenin her alanda ihtiyacı var. Ama bunun en fazla köreldiği yer basketbol camiası. Kendi kısır çekişmeleri içinde eriyip giden bir camiadan yapıcı eleştiri yapmayı başarabilenlerin sayısı bir elin parmağını geçmiyor. Bu da ülkedeki basketbol kültürünün borsa gibi dalgalanmasına sebep oluyor. Bir sene önce kahraman olan Ersan, Hidayet bir sene sonra hain; dünya ikincisi denilen bir milli takım tam 365 gün sonra milli maçı umursamayan 12 kişi diye ifade ediliyor.

A Milli Takım Litvanya'da başarısız bir turnuva geçirdi ve bu başarısızlıkta payı olanlar açıkça tartışılmalıdır ama öncelikle bizim yerimizi belirlememiz lazım. Türkiye 2010 finalisti olarak kendini Avrupa'nın en başarılı takımı olarak görüyorsa bu turnuva çok ağır bir başarısızlık anlamına gelir. Türkiye kendini Avrupa'nın ilk 8 takımı içinde görüyorsa bu belli sınırlar içerisinde eleştirilmesi gereken bir başarısızlıktır. Fransa, Litvanya, Polonya ve Sırbistan mağlubiyetlerinin tamamı bu kadar kötü performansa rağmen son saniyelerde kaybedilen maçlardı. Üstelik de berbat hücum performansımıza rağmen. Bu ne eleştirilerden kaçınmak için gerekli bir mazeret ne de takımı yerden yere vurmak için haklı bir sebep. Bu, sebepleri "yetkin" kişiler tarafından ortaya konması, incelenmesi ve çözüm bulunması gereken bir husus.

Profesyonel olarak oyunculuk veya koçluk kariyerim yok. Bu sebeple kendimi asla bu konularda "yetkin" biri olarak görmem mümkün değil ve mümkün olduğunca da bu konularda yorum yapmıyorum. O yüzden Emir'in kenardan sokamadığı topu veya Sırbistan maçındaki son top tercihini haddim olarak görmediğimden iki farklı cephede savaşarak tartışan grubun arasına girmeyeceğim. Benim için "Bir tane bile son top setimiz yok" diyenlerle, "O topu da kenardan Orhun Ene mi oyuna sokacak" diyenlerin farkı yok. O yüzden benim için önemli olan bir noktaya değinmek istiyorum.

Turnuvaya 14 oyuncu ile gelinecekken FIBA'nın ani bir kararla bu rakamı 12'ye indirmesi tüm takımlar için büyük bir darbe oldu. En büyük sıkıntıyı çeken takımlardan biri de bizdik. Orhun Ene'nin taktiklerini eleştirecek kadar "yetkin" olmadığımdan sadece oyuncu tercihlerini eleştirebileceğimi düşünüyorum. Tüm takımlar her oyuncuyu altın değerinde seçerken biz turnuvaya iki eksikle gitmeyi tercih ettik. Artık Cenk Akyol için "milli takım kadrosuna seçildi" demek yerine "kadrolu milli takım oyuncusu" demek daha uygun sanırım. Çünkü sezon içindeki performansı ne olursa olsun mutlaka o kadroya seçiliyor ve turnuvaları katkı yapmadan tamamlıyor. Üstelik takımların tıkandığı anda devreye girerek kilidi açacağı en kritik pozisyonda kadroya dahil ediliyor Cenk Akyol. Tam da bu turnuvada şutörlerimizin formsuzluğunda sıkıntı çektiğimiz senaryoda başrol olması gerekiyordu. Ama yine kocaman bir hayalkırıklığıyla turnuvayı kapattı. İzzet de aynı şekilde Orhun Ene tarafından 12. kişi olarak kadroya dahil edilen ama üç maçta 21 dakika süre alabilen atıl dev adamlardan biri oldu.

İşte bu noktada benim sormak istediğim bir soru var. Orhun Ene turnuvaya Kerem Tunçeri ve Ender Arslan ile gelmiş olmasını, gerektiğinde Emir'in ve Hidayet'in oyun kurma yetenekleriyle açıklayabilir ama özellikle ilk gruptan çıkmamız neredeyse garanti iken ve diğer grupta karşımıza gelecek takımlar belliyken neden Doğuş Balbay kadroda düşünülmedi? Kuru kuruya bu soruyu sormuyorum tabi ki. Doğuş Balbay gibi hızlı, kuvvetli ve baskılı savunma yapabilen bir guardı Schaffartzik ve Hamann ile oynayan Almanlar'a baskı yapıp düzen dışına çıkarmak için veya Fransa'da Tony Parker'ı ve Sırbistan'da Teodosic'i raydan çıkarmak için kullanamaz mıydık? Üstelik Doğuş sadece parkeye savunma koyan bir oyuncu da değildi. Hatta mantığı bir kenara bırakıp düz baktığımızda bizim yerimize çeyrek final oynayacak Sırbistan'ın yerinde olup, Khvostov, Shved ve Ponkrashov gibi baskıda kontrolü kaybedebilecek isimlerle organize olmaya çalışan Rusya'ya bile avantaj sağlayabilirdik. Madem Cenk Akyol ve İzzet Türkyılmaz gibi iki ismi kadroya alıp hiç faydalanmayacaktık, bu risk alınamaz mıydı? Benim turnuva sonrası muhasebeye dair merakım budur. Basın toplantısında biri de bu dipnotlarla sorarsa fazlasıyla mutlu olurum.

Turnuvanın gerisi benim için formsuzluk, kötü hücum performansı ve moral motivasyonun dipte olması ile huzurlu bir mazeret kalıbına oturabilir.

Bir dönem Kerem Tunçeri'yi almadı diye Tanjevic'i giyotine götüren, daha sonra Kerem Tunçeri'nin 2010'daki performansıyla onu kürsünün zirvesine çıkaran ve tam 1 sene sonra onu tekrar kuyunun dibine yollayan bir toplum olarak sağlıklı eleştiri platformunu kurmamız tabi ki mümkün değil. Anlık başarıların ve anlık gündemlerin güdümünde yaşadığımız için sabaha dünya ikincisi olarak uyanıp, öğle yemeğini Britanya'lı olarak yerken, akşam da işe yaramaz bir grup dev adam olabiliyoruz. Gerçeklik skalasında hiçbirine yer yok.

Sırplar 10 Eylül gecesi "Hatanızı telafi edin ve şansınız hala varken çeyrek finale çıkın." diyordu kendi gazetelerinde ve internet sitelerinde. Onlar için altın bir jenerasyonla Avrupa Şampiyonası'nda çeyrek finale çıkamamak büyük başarısızlık çünkü. Ama hedefi belirlerken Türkiye'ye karşı alınacak intikamı ikinci plana attılar. Gelenek onlar için daha önemliydi. Biz ise takımımızı ve kendimizi motive etmek için geçen seneki videolardan, kliplerden medet umduk. Geride kalan maçlarda nerelerde hata yaptğımızı yine yabancılar yazdı, çizdi. Biz geçmişle yaşamaya devam ettik. Tıpkı 2013 Avrupa Şampiyonası'na hazırlanırken hala "Son dünya ikincisi" apoletini kullanacağımız gibi.

Maskelerimizi takıp dünya ikincisi gibi takılacağız baloda. Renkli resimlere bakıp duracağız ama müthiş zaferlerimizin klipleri yapılırken son sekize neden kalamadığımızın teknik analizini içeren video asla yapılmayacak. Çünkü dünya ikincisi(!) bir ülkenin özeleştiri mekanizması iflas etmiş durumda. Art niyetsiz de olsa eleştirenler hain, destek olanlar yalaka kabul ediliyor. Siyahlar ve beyazlar iki kutupta çarpışıp grileri ezerken Deron Williams'ın bir turnikesi bizi Avrupa'nın en kaliteli ikinci ligi yapmış, Avrupa'nın hiçbir kupasında son sekize kalamayan kulüplerimiz baharda "şanssız" bir maçla elenmiş olacak. Herkes şişe geçirilip çevrilen Orhun'u, Ahmet'i, Mehmet'i konuşurken, afiyetle yerken altında yanan ateşi görmezden gelecek. Dünya dönmeye devam ederken, biz kendi dünyamızda hep ikinci olarak kalacağız.

3 yorum:

Özgür Gemici dedi ki...

Ben turnuvaya 2 değil 3 eksikle gittiğimizi düşünüyorum çünkü sağlıklı olmayan bir Sinan Güler de nerdeyse hiç katkı yapamadı. Doğuş'un bundan dolayı kadroya alınması gerekirdi bence.

Diğer bir nokta da bence kariyerinin en iyi sezonlarından birini geçiren ve oyun kurucu olarak hücum organizasyonu anlamında Kerem ve Ender'den çok daha iyi katkı verecek bir Tutku Açık'ın hiç düşünülmemesi garip geldi. Yaptığın analizde senin de yer vermemen demekki Orhun'la aynı fikirde oldugun anlamına geliyor sanırım.

Andric'i bile cogu macın yıldızı yapabiliyorsa Tutku Enes ve Ömer Aşık ile oynadıgında neler ortaya cıkabilecegini kestirmek cok zor olmasa gerek.

Adsız dedi ki...

son cümle çok vurucu olmuş, muhteşem. aslında futbolda da benzer şeyler yaşadı bu ülke her toplum hak ettiğini yaşar...

Gurhan Ul dedi ki...

Ellerine sağlık Mali. Müthiş bir analiz

 
Maliano - Kaynak göstermeden çalan çırpan Schortsanitis'in altında kalsın...